25 Kasım 2009 Çarşamba

NEFES:VATAN SAĞOLSUN (2009)

Daha sinemaya gelmeden ses getiren ve merakla beklenen bir filmdi Nefes:Vatan Sağolsun (2009) filmi. Önce bilgileri dolaştı kamuoyunda ve kulaktan kulağa. Ardından da fragmanları -hani şu "Uyursan ölürsün" vurgulu fragmanı- internette paylaşıldı, insanlar arasında konuşuldu, hatta TV programlarında ve ana haber bültenlerinde verildi. Sinemaya geleceği gün beklendi ve ardından da müthiş bir ilgi gösterildi bu filme. Sinematürk sitesinin verilerine göre 16.10.2009 tarihinde vizyona giren filmi, 5 hafta sonunda 2.221.309 kişi izlemiş. Gelişen ama buna mukabil sinemada yeterli izleyici toplayamayan Türk Sineması için önemli bir sayı bana göre. Konusu ve içinde bulunulan siyasi durum da etkiledi diye düşünüyorum bu sayının bu denli yüksek olmasında. Tabii Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un filmi izleyip olumlu görüş belirtmesi de etkili bence. Oyuncuları ve/veya yönetmeni etkili demiyorum, zira yönetmenin ilk filmi ve de oynayan oyuncular da öyle bilinen oyuncular değil, hatta bazılarının ilk filmi, ki filmi izleyince görüyorsunuz ve iyi ki bilinen bir oyuncu oynamamış diyorsunuz çünkü aksi durumda oyuncu filmin önüne geçebilirdi. Bu konuda sayısız örnek mevcut gerek Türk sinemasında gerekse de Dünya Sinemasında.

Filme gelince... İlk paragrafta da değindiğim gibi "Uyursan Ölürsün" konsepti içinde tanıtılan ve işlenen film, Güneydoğu'da görev yapmış Hakan Evrensel'in "Güneydoğu'dan Öyküler" isimli kitabından uyarlanmış olup 1993 yılında Güneydoğu'nun Karabal Tepesi'ndeki 40 kişilik timin/karakolun hikayesini anlatıyor: "“Nefes” bir yüzbaşının komuta ettiği 40 kişilik bir timin hikâyesidir. 2365 metre yükseklikteki “Karabal” tepesinde bulunan bir röle istasyonunu korumakla görevlendirilen bu 40 askerin görevlerini yerine getirirken yaşadıkları acıları, sevinçleri ve yaşam mücadelelerini anlatıyor. Şehit olan askerlerin hikâyesinin anlatılacağı filmin öyküsü, Güneydoğu'daki bir sınır karakolunda geçiyor. Bu nedenle çekimlerin yapılacağı Tahtalı Dağı'na bir karakol kurulacak. Karakolu koruyacak olan 40 kişiyi oynayacak oyuncular ise Türkiye'nin farklı illerindeki konservatuarlarda okuyan öğrencilerinin arasından seçilmiş." (Sinematürk) Filmi, henüz geçtiğimiz Perşembe (19 Kasım 2009) izleyebildim. Bu kadar geç izlememin nedeni de filmin popülerliğinin geçmesini beklememdi, diğer neden de şahsi olarak ancak fırsat bulabilmemdi.

Yüzbaşı Mete, yeni görev yeri "Karabal" tepesindeki karakola vaktinden önce varmak istemektedir. Ancak bu görevine giderken, beklenmeyen (aslında beklenen) bir şey olur ve teröristlerin saldırısına uğrarlar. Adeta birileri onları izlemiştir ve dağdan üstlerine kurşun yağmaktadır. Bu saldırı/çatışma sırasında çok sevdiği arkadaşı, meslektaşı Orhan'ı kaybeder, şehit olmuştur Orhan. Bunun verdiği üzüntü ve sıkıntıyla karakola gider. Gider ama elini kolunu sallaya sallaya içeri girer, kimse yoktur onu durduran veya karşılayan. İçeri girer, askerlerin yatağına kadar sokulur ama askerler onu fark etmez, uyumaktadırlar zira. Orada ilk fırçasını ve sertliğini gösterir. Ardından da tüm askelere o bilinen, fragmanlarda defalarca gösterilen "Uyursan ölürsün"lü konuşmasını yapar... PKK'nın o bölgedeki sorumlusu Doktor kod adlı bir teröristtir. Bu terörist, Mete Yüzbaşı'nın eşiyle her telefon görüşmesinde hatta girer ve yüzbaşıyı tehdit eder. Yüzbaşı da hiçbir zaman altta kalmaz tabii. Bununla birlikte ilginçtir, ilgili karakol 8 ayda sadece bir defa taciz edilmiştir. Bunda bir gariplik sezer Mete Yüzbaşı ve cevabını bulur: Teröristler burunlarının dibindedir. Teröristler onları görmekte ama maalesef onlar ise teröristleri görememektedir. Bunun için de arı kovanına çomak sokulmalıdır!!! Keşifler yapılır, operasyonlar yapılır, iz aranır. Minik bir operasyonda ise 2-3 teröristle karşılaşılır, sadece bir kadın terörist yaralı ele geçirilir, diğerleri ise ölmüştür. Sıra ise Doktordadır, intikamını alacaktır. Yüzbaşı da bunu beklemektedir, hatta şehit olacağını bile hissetmiş ve bu yüzden karısına dokunaklı bir mektup yazar. Zaman gelmiştir, Yüzbaşı Mete, kendi deyimiyle, ya nefes alacak ya da verecektir, ya yaşayacak ya da ölecektir...

Filmin başındaki meşhur sahne dışında neredeyse ağır aksak ilerliyor film. Zira filmin bu büyük bölümünde askerlerin acılarını, sevinçlerini, üzüntülerini, aşklarını, ayrılıklarını izleme fırsatı buluyoruz. Filmin son 20 dakikasında ise bizi müthiş bir sahne bekliyor. Bu bölümde müthiş bir aksiyon sahnesi izliyoruz. Öyle ki, en kral savaş filmine bile taş çıkartan bir bölüm olmuş. Diğer tüm kısımları geçsek bile sadece bu kısmı için bile film koca bir alkışı hak ediyor. Film ekibi ve özellikle yönetmeni Levent Semerci büyük bir alkışı hak ediyor.

Şahsi olarak, filmden çıkınca, Osman Pamukoğlu'nun "karakollar kaldırılmalı" sözü aklıma geldi. Neden mi? Çünkü filmde, Yüzbaşı Mete'ye "üstlerinden" karakolu korumaları ve terk etmemeleri emri geliyor, ardından görüyoruz ki askerler teröristlerin yerini bilmezken teröristler onların yerini bilmekte-görmektedir (amiyane tabirle kabak gibi ayan beyan ortadadır), son olarak ise teröristler karakol baskını düzenlemektedirler.

Dünyanın en saygın sinema ortamı olan imdb'de aldığı oy oranı ile en iyi 250 film listesine 227. sıradan giriş yaptı "Nefes:Vatan Sağolsun" filmi. Bu durumuyla dünyanın en iyi savaş filmleri arasında gösterilen birçok filmi geride bıraktı... Oyuncular ve yönetmen olarak bakacak olursak, filmde olumsuz anlamda sırıtan bir oyuncu yoktu. Hepsi başarılıydı. İlk paragrafta belirttiğim gibi, iyi ki isimsiz oyuncular seçilmiş diyorsunuz bu film için. Ama şunu söylemeliyim ki, Yüzbaşı Mete rolüyle Mete Horozoğlu iyi bir giriş yaptı sinemaya. Bununla birlikte, özellikle son 20 dakikasında, yönetmen Levent Semerci de başarılıydı. Türk Sineması iyi bir aktör ve yönetmen kazandı diyebiliriz.

Son olarak filmin sonunda askerler, Emrah'ın "Götür Beni Gittiğin Yere" şarkısını söylüyorlar. Belki normalde burun kıvıracağımız bir şarkı ve tür ama filmde -Ferhat Göçer'in deyimiyle- bambaşka bir anlam kazanıyor, tabiri caizse cuk oturuyor. Ama, Gazete Habertürk yazarı Memet Güler'in dikkat çektiği ve Beyazperde'de yer alan bir ifadeye göre, bu şarkı aynı zamanda bu filmin tek mantık/teknik hatası, zira film 1993'te geçiyor, şarkı ise 1996 yılına ait.

Son söz: Hiçbir şekilde militarist ya da antimilitarist olmayan, tamamen hayatın içinden bir film bu. Bence hazır sinemalardayken kaçırmayın, bu filmi mutlaka izleyin...


15 Kasım 2009 Pazar

Türk Kültürü’nün Karbon Kağıdı : Barış Manço

Bu yazı, bu blogta 15 Kasım 2009 tarihinde yayınlandı ilk olarak. Ancak yazının uzunluğundan dolayı ilk 3 paragraf yayınlanmış ve İsimsiz Dergi'ye bağlantı vermiştim. Ancak ilgili site kapandığı için, şimdi (21 Şubat 2011), yazının tamamını yayınlıyorum...

***********************************************************************************

TÜRK KÜLTÜRÜNÜN KARBON KÂĞIDI: BARIŞ MANÇO


“Sayısız irili ufaklı kaya parçaları vardır bu topraklarda… Ve Sen, benim oğlum, ve sen Kayaların Oğlu… Bu taşı-toprağı bir arada tutacaksın… Kolay değil Kayaların Oğlu olmak! Kuzeyden esen soğuk rüzgâra, Güneyden esen kavurucu sıcağa karşı koruyacaksın onları…”


Barış Manço… “Güz yağmurlarıyla bir gün göçüp giden” bir adam… Kimilerine göre –daha çok popüler kültürün bakış açısına göre- “uzun saçlı, parmakları yüzüklü” bir adam… Ya da Denizlili yazar Murat Yatağanbaba’nın belirttiği ve konuyla ilgili kitabına koyduğu isimdeki gibi -bu yazının da başlığı olan- “Türk Kültürü’nün Karbon Kâğıdı”dır, bir destandır Barış Manço… “…Barış Manço’nun özelliği Türkiye’yi reddetmemesiydi. Bu toprakların bütün motiflerini kabul edip, sanatını bunun üzerine kurması onu herkese sevdirdi…” (Aksiyon Dergisi, Editör Sayfası, Şubat 1999)

Takvimler 1 Şubat 1999’u gösterdiği tarihte bir kalp krizinden kaybettik Barış Manço’yu. Bu tarih sadece Barış Manço’nun ölüm tarihi değil, adeta Türkiye’de bir devrin kapanışıydı… Hayattayken değerini ne kadar bildik tartışılır ama ölümünün üzerinden geçen bu kadar zaman zarfından sonra görüyoruz ve anlıyoruz ki gerçek bir sanatçıydı, gerçek bir beyefendiydi. Şu anda Türkiye’de “yeni bir Barış Manço”ya ihtiyacımız var. Hem de acil… Yukarıda demiştim, hayattayken ne kadar bildik değerini diye… Ama şunu kesin olarak söyleyebilirim ki öldükten sonra ise hiç bilmedik, bilemedik. Yazar Murat Yatağanbaba, “Türk Milleti’nin Büyük Evladı” Barış Manço ile ilgili bir kitaba imza atmasının nedenini “vefatının ardından ona yapılan kalleşliğe ve vefasızlığa bir protesto ve Barış Manço’dan özür dileme” olarak açıklıyor. (Türk Kültürünün Karbon Kâğıdı Barış Manço Destanı Önsözü, Murat Yatağanbaba, Yatağanbaba Kitap, 1. Baskı, Şubat 2006, Denizli, Sayfa 6)


Barış Manço, TV’de birçok program yaptı. Ama bunlardan en çok bilinenleri “7’den 77’ye” programının içindeki, “Adam Olacak Çocuk” ve “Dönence” bölümleridir. Ben, şahsi olarak, en çok “Dönence” programını severdim. Barış Manço sayesinde dünyanın çeşitli/değişik yerlerini görmek ayrı bir zevk veriyordu açıkçası. Dünyanın değişik yerlerini dolaşan, gösteren Barış Manço, bu özelliğinden dolayı kendisine “Barış Çelebi” diyordu. Ona ise yine bu özelliğine atfen modern Evliya Çelebi unvanı veriliyordu, ki tam yerinde bir unvan…

Barış Manço, Doğu ile Batı arasında bir köprü vazifesi görmekteydi. “Doğu ile batının sentezini yapmıştı. Ona göre ‘doğunun her şeyi kötü, batının her şeyi iyi’ doğru bir kavram değildir. Oğullarına da Doğukan ve Batıkan isimlerini koyması doğu ve batının barış içinde olması dileğinden kaynaklanmaktadır. Barış Manço'ya göre Türkiye’nin de bulunduğu konumun kesin bir sınırlaması yoktur. Türkiye, doğudan bakıldığı zaman batıda, batıdan bakıldığı zaman da doğudadır.” (http://www.barismancomix.com/hayathikayesi.php) Barış Manço, Lahburger Bebek şarkısında bu durumu şöyle ifade etmektedir:  
“Her yeni doğan bebek
Yeni bir dünya demek
Aç gözünü hoş geldin
Lahburger Bebek!”  

Bu şarkıda geçen Lahburger, Lahmacun ile Hamburgerin birleşimidir. “Bu ise şu demektir: Türkiye’de yaşayan insanlar ne tam doğulu, ne tam batılıdır! Her iki kültürden de nasiplidir. Türkiye’de yaşayanlar Lahburger Bebektir, yani biraz doğulu biraz batılı…” (Murat Yatağanbaba, A.g.e., Sayfa 11)

 

Barış Manço, adeta bir atasözü hazinesiydi. Yaptığı şarkılarda, birçok atasözüne, halk deyişine rastlamak mümkün. Barış Manço’nun (200’ün üzerinde şarkısı olmasına rağmen) 69 şarkısı üzerinde yapılan bir araştırmada, 38 atasözü ve 283 deyim tespit edilmiş. Bu araştırmayı yapan, Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Serhan Alkan İspirli, Barış Manço için “Dede Korkut gibi soy soylayıp, boy boylamış. O, eski köyümüzün yeni ozanıydı.” ifadesini kullanıyor. (Murat Yatağanbaba / Barış Manço Üniversitesi makalesi / http://www.tacmahal.org/detay.php?id=1592) Evet, o çağımızın ozanıydı, ama bunu sadece şarkılarında kullandığı atasözlerine ve deyimlerine bakarak söylemek yanlış olur kanaatindeyim. Onun şarkılarında Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, daha doğrusu Ozanlarımızın, Âşıklarımızın, Halk Edebiyatının izlerini görmek mümkün. “Barış Manço, modern bir Evliya Çelebi, aynı zamanda ozan-baksı geleneğimizi devam ettiren çağdaş bir 'Türk ozanı' idi. ‘Barış der ki...’ diye başlayan dörtlüklerinde bir Karacaoğlan, bir Dadaloğlu oluveriyor; sevgiyi, dünyanın faniliğini, ilahi aşkı anlatırken de bir Yunus, bir Mevlana oluveriyordu.” (Çağdaş Türk Ozanı Barış Manço, Birgül Yangın, Akçağ Yayınları, Ocak 2002) Barış Manço ise bu özelliğine atfen “20. yüzyılda yaşamış, o yüzyıla damgasını vurmaya çalışan bir Türk’üm, 20. yüzyılın Türk Müziğini yapıyorum.” demiştir. (http://www.barismancomix.com/hayathikayesi.php) 

 

“Barış söyler kendi bir ders alır mı

Su üstüne yazı yazsam kalır mı

Bir dünya ki haklı haksız karışmış

Boşa koysam dolmaz dolusu alır mı?” (Sarı Çizmeli Mehmet Ağa)  

 

“Barış der her bir yanı altın, gümüş, taş olsa

Dalkavuklar etrafında elpençe divan dursa

Para-pula, ihtişama aldanıp kanma dostum

İçi boş insanların bu dünyada yeri yok.” (Halil İbrahim Sofrası) 

 

“Kozan Yaylası’ndan geldim, Barış’tır adım

Bugün varsak yarın yoğuz, doğrudur sözüm

Bir gün elbet biter vadem, çağırır Tanrım

Artık mahşer gününde ararım seni.” (Binboğa’nın Kızı) 

 

“Benden Öte Benden Ziyade” şarkısında, Yunus Emre’nin etkisini görmek mümkün örneğin. Bu şarkıda, birçok ilahide alınmayan lezzeti almak mümkün. Ben bu şarkının ikinci (daha doğrusu modern) bir “Gel Gör Beni Aşk Neyledi” olduğunu düşünüyorum: 

 

 “Sabret, gönül sabret, sakın isyan etme

Bir gün elbet bitecek, bu çile, isyan etme

Dört Kitaptan başlayalım, istersen gel söze

Orda öyle bir isim var ki

Kuldan öte kuldan ziyade

Onu düşün ona sığın

O senden öte benden ziyade

Bir ben var ki benim içimde

Benden öte benden ziyade

Bir sen var ki senin içinde

Senden öte senden ziyade…”



Barış Manço’nun beynelmilel bir özelliği de vardı. Bu özelliği hem yaptığı Dönence programı hem sanatçılığı hem de kendi şahsi özelliklerinden geliyordu. O sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir tarafında da seviliyordu. Japonya, buna en iyi örnek sanırım. “Barış Manço Japonya konserinde 20.000 Japon'un Türk bayrağı çıkartıp sallamasından televizyon başındaki 60 milyon insanın gözyaşları içinde izlemesi gibi heyecanlandığını ve gurur duyması ile ifade ediyor. Barış Manço yabancı ülkelerdeki çalışmaları için yaptığı değerlendirmede ‘Japonlar beni sahiplendiler, milyonlarca Japon konserlerime geliyor, CD'lerimi alıyor, Japonlar bende doğru bir şeyler buluyor. Şarkılarımı didik didik inceliyorlar, onlardan konferanslar hazırlayıp televizyon programları yapıyorlar.’ diyor” (http://www.barismancomix.com/hayathikayesi.php) Yazar Murat Yatağanbaba ise bunun sebebini, Barış Manço’nun diğer televizyoncular gibi Japonya’nın çöplüklerini, fuhşunu, arka sokaklarını değil de, güzelliklerini ekrana getirince sevinmeleri ve sahiplenmeleri olarak açıklıyor. Sonraki gelişmelerin ise tamamen Barış Manço’nun kendi karizması-insanlarla diyalogunun sonucu geliştiğini de ekliyor sözlerine. Barış Manço ise Japonların bu teveccühüne karşılık Live in Japan adında bir albüm yapmıştır. Barış Manço’nun beynelmilel özelliği sadece Japonya ile sınırlı değil. “Belçika’da ise, onların ülkelerini tanıttığım için Liege Prensliği onur ödülü verdiler. Törene limuzin ve dört eskort ile gittik. Belçika’nın en büyük gazetesi birinci sayfada yarım sayfa ayırdılar.” (http://www.barismancomix.com/hayathikayesi.php) “Şarkılarının bir bölümü Yunanca, Bulgarca, Arapça, Farsça, Japonca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve Felemenkçeye çevrildi. Her ülkede şarkıları çok sevildi. Kongo'daki 12–13 bin kişinin katıldığı konserde ‘Domates Biber Patlıcan’ı söylerken, Kongoluların koro halinde şarkıya eşlik etmeleri şarkının evrenselliği hakkında bilgi vermektedir. Bu konuya başka bir örnek de Mısır’da yaşanmıştı. Barış Manço, Mısır Televizyonunda canlı yayında Dağlar Dağlar'ı Arapça söylemişti, bu programın sonunda Mısırlılar sokağa döküldüğü gibi, program da defalarca tekrarlanmıştı.” (http://www.barismancomix.com/hayathikayesi.php) O, araştırmaları ve edindiği izlenimler sonucu, kendi tabiriyle “başında 8 şımarık Avrupa ülkesi”nin bulunduğu AB’ye girme taraftarı değildi ve “Bütün Afrika bize ağabey gözüyle bakıyor, Türkî Cumhuriyetler de bizi bekliyor.” demişti. “‘Arkadaşım Eşek’ şarkısı bir ara Venezüella’daki okullarda müzik dersi müfredatına girmişti. Halit Kıvanç, Barış Manço öldüğünde verdiği röportajda ‘Venezüella’daki çocuklar da ağlıyor’ diyerek bunu hatırlattı... Belçika’daki piyango bileti satıcıları, biletlerini, süsledikleri eşeğin sırtında ve bu şarkı eşliğinde satıyordu…” (M.Yatağanbaba, A.g.e., Sayfa 78)

Barış Manço yaptığı işlerden dolayı çeşitli ödüller-unvanlar almıştı. Müzik ve televizyon hayatında sayısız ödüller alan Barış Manço 1991 yılında devlet sanatçısı unvanı, yine aynı yıl Hacettepe Üniversitesi onursal doktora unvanı, Pamukkale Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Türkmenistan ve Azerbaycan’daki üniversitelerden fahri doktora unvanı; dünya barışına ve kültürüne katkılarından dolayı Belçika Krallığı Uluslararası Kültür ve Barış ödülü, Leopold II şövalyesi nişanı, Liege (Belçika) şehrinin anahtarı, Fransız Kültür Bakanlığı Edebiyat ve Sanat Şövalyesi nişanı, Japonya Uluslararası Teknoloji Ödülü; Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı; Türkmen Vatandaşlığı ödülleri kazanmıştır. (http://www.barismancomix.com/hayathikayesi.php, M.Yatağanbaba, A.g.e., Sayfa 25) Bunun yanında Türkmenistan’da kurulacak bir üniversiteye “Barış Manço Üniversitesi” adı verilmesi planlanmış, ama ölümü ile birlikte bu iş aylakta kalmıştır. (M.Yatağanbaba, A.g.e., Sayfa 36)


Barış Manço, misyonunu şu sözlerle ifade etmişti: “Ben bir şarkıcı olarak gelmedim bu dünyaya, düşüncelerimi aktarmak üzere geldim. Gün geldi şarkı söylemekle oldu, gün geldi bir televizyon programında bir çocuğun saçını okşamakla oldu. Gün geldi, Güney Kutbu’nda penguenlerle konuşmakla oldu, gün geldi Ekvatorda suyun nasıl döndüğünü aramakla oldu. Şimdi insan en iyi kendini bilir herkesten önce. Ben de bildiğim kadarıyla kendimi anlatmaya çalıştım. Kendimin doğru olduğuna inandığım şeyleri aktarmaya çalışacağım insanlara.” (M.Yatağanbaba, A.g.e., Sayfa 23)

“Vefatından kısa bir süre önce Konya Belediyesi’nin düzenlediği ve 80.000 kişinin katıldığı Stadyum Konseri’ni düzenleyen Belediye Görevlisi şöyle demişti: ‘Allah şahit, ben, Barış Manço gibi çalışmak, Barış Manço gibi yaşamak, Barış Manço gibi aldığı her nefesin hakkını vererek ölmek için Allah’a yalvarıyorum!’” (M.Yatağanbaba, A.g.e., Sayfa 27)

İyisiyle, kötüsüyle bu dünyadan bir Barış Manço geçti… Bize düşen, onu takip etmek, onun bize bıraktığı mirası yaşatmak… “Sofranın karşısına bir tas çorbayı, sandığın karşısına kırk yamalı hırkayı koyan Barış Manço, dinleyicilerini kapitalist olarak değil, infakçı ve kadir-kıymet bilici olarak yetiştirmiştir.” (M.Yatağanbaba, A.g.e., Sayfa 87)

Yazımı noktalamadan önce Barış Manço’nun ders gibi (yazar Murat Yatağanbaba’nın ifadesiyle kapitalizmin belini kıran) şarkı sözlerinden birkaçı ile baş başa bırakmak istiyorum sizi… 

“Yıllardır sürüp giden bir pay alma çabası
Topu topu bir dilim kuru ekmek kavgası
Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna
Kimi tatlı peşinde, kimininse tuzu tok… 
Alnı açık, gözü toklar buyursunlar baş köşeye
Kula kulluk edenlerse ömür boyu taş döşeye
Nefsine hâkim olursan kurulursun tahtına
Çala kaşık saldırırsan ne çıkarsa bahtına.”(Halil İbrahim Sofrası)  

“Tuz, ekmek hakkı bilene, sofra kurmasan da olur
Ilık bir tas çorba yeter, rızkım buymuş der içerim
Kadir-kıymet anlayana sandık açmasan da olur
Kırk yamalı hırka yeter, İdris biçmiş der giyerim.” (Dört Kapı) 

“Hele destur, maşallah bu ne bolluk böyle
Hele destur, yetim hakkı yemedin mi söyle
Hele destur gözümüz yok Allah daha çok versin
Ama paylaş, gel beni dinle, ardından herkes dua etsin.” (Dıral Dedenin Düdüğü)

Güzel sevmeyene adam denir mi
Selam almayana yiğit denir mi
Altı üstü beş metrelik bez için
Boşa geçmiş ömre yaşam denir mi… 
Yoksul görsen besle kaymak, bal ile
Garipleri giydir ipek şal ile
Öksüz görsen sar kanadın kolunu
Kimse göçmez bu dünyadan mal ile.” (Sarı Çizmeli Mehmet Ağa)


Bu gün kendilerine sanatçı diyenler, kalkıp Barış Manço’ya baksınlar. Barış Manço, sanatçılık ölçütü olarak alınmalı… Bununla birlikte Türkiye’de (her ne kadar Barış Manço’nun bir albümünün adı olsa da) Mançoloji isimli bir dal kurulmalı ve Türkoloji, Türk Edebiyatı, Müzik (bilhassa Türk Müziği) bölümlerinde alt dal olarak incelenmeli… Son olarak “Türk Kültürünün Karbon Kâğıdı Barış Manço Destanı” kitabı ile ilgili bir şey belirtmek istiyorum. Kitap, Barış Manço konusunda önemli bir yeri dolduruyor. Kitap biraz daha genişletilirse, Barış Manço konusunda kaynak kitap dahi olabilir.
 


Not: Çeşitli yayın organlarında (dergi, internet siteleri, vb.) yayınlanan bu yazım, ilk olarak, Ankara merkezli Vatanbir Dergisi'nin Temmuz-Ağustos 2008 sayısında (3. sayı) ve ardından internet üzerinden yayın yapan İsimsiz Dergi'nin Eylül 2009 sayısında yayınlandı...

Not 2:  Bu yazıyı aslında, yayınlandığı dönemde kısa bir süre Dokuz Eylül Üniversitesi temsilcisi olduğum, önceleri adı Yenisey'den Tuna'ya Dergisi olan ancak 3. sayısında adını değiştiren İzmir merkezli Yel Dergisi'nin Ocak-Şubat 2007 sayısı (4. sayısı) için hazırlamıştım. Ancak bu yazım yerine Yazar Murat Yatağanbaba ile Barış Manço üzerine yaptığım söyleşi yayınlandı (İlgili söyleşiyi de ilerleyen günlerde bu blogta yayınlayacağım.)... Bu yazının başlığı, Yatağanbaba'nın aynı isimli kitabının isminden alınmıştır. Ayrıca, 11 Mayıs  2009 tarihinde Dokuz Eylül Üniversitesi Dil ve Kültür Topluluğu olarak  yine aynı isimde, Yatağanbaba ve rahmetli Bahadır Akkuzu'nun katıldığı bir söyleşi de düzenledik...

Not 3: Başta da belirttiğim gibi bu yazım ilk olarak 15 Kasım 2009'da bloga eklendi. Belirtilen nedenlerden dolayı düzenlenen yazım, an itibariyle (21 Şubat 2011) tekrar yayınlanmıştır.


13 Kasım 2009 Cuma

Sultan Mahmud ve Ayaz

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedârı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler.

Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş:

“Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.”

Sultan kulaklarına inanamamış. “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş.

Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. “Bir Hiçtin sen... Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lutfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!” Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş. “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedârıydın, ama şimdi... kalbimin hazinedârısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin.” demiş ve hikaye bitmiş...


8 Kasım 2009 Pazar

"EZİZ DOSTUM" ŞARKISI VE MELZA BURCU İNCE

Dün akşam (7 Kasım 2009) Star Haber'de bir türkünün ve bayanın haberi yapılıyordu. Güneri Civaoğlu'nun Şeffaf Oda programına katılan Melza Burcu İnce isimli oyuncu ve aynı zamanda şarkıcı olan bayan, "Eziz Dostum" isimli Azeri Türküsünü söylemiş yayında. Ardından ise internette programın ilgili kısmı, daha doğrusu o şarkı büyük ilgi görmüş ve izlenme/dinlenme rekoru kırmış. "Allah Allah, neymiş bu türkü" dedim, sonra haberlerde dinleyince gördüm ki türkü çok güzel, Melza Hanım da çok güzel söylemiş. Hem sesi çok güzel, hem de Azeri aksanıyla çok güzel söylemiş. Star Haberde dinledikten sonra nette kısa bir araştırma yaptım ve gördüm ki ilgi gerçekten büyük. Olmayacak gibi de değil ki, hem türkü çok güzel hem de söyleyen çok güzel söylemiş, sesi çok güzel.

Aslen Aziz Babaev'e ait türkünün sözleri, Melza Burcu İnce yorumu ve de Melza Hanım hakında minik bilgi aşağıda:


Hürriyet Video'larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!


Eziz Dostum

eziz dostum menden küsüp incidi
ayrılık yaeğ kimi çekti yeridi
gezdigi yerleri od basıp indi
o gedip galmışam hesretindeyem

neçe nağme goşum
neçe dillenim
dost gedip özüme gelebilmirem
ele bir ellerim yoh olur menim
gözümün yaşını silebilmirem

çaldığı tarını getirin mene
görsün ki çalmakta neçe mahirem
elinde yay kimin incelsin gene
ziyler hep çekilin güyüldü odam

neçe nağme goşum
neçe dillenim
dost gedip özüme gelebilmirem
ele bir ellerim yoh olur menim
gözümün yaşını silebilmirem

Melza Burcu İnce

Şehir / İlçe: İstanbul / Kadıköy
Doğum Yeri: İstanbul
Doğum Tarihi: 02.09.1985 (24)
Eğitimi: İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı
Cast Ajansı: Tümay Özokur Casting
Yabancı Dil: İngilizce(İyi)
Spor ve Yetenekler: Yüzme, Şarkı Söyleme, Oryantal
Şive: Karadeniz Şivesi, Roman Şivesi
Enstruman: Gitar(Orta), Keman(Orta), Piyano(Orta)
Oyunculuk Eğitimi: Şahika Tekant(Devam)

Filmografi:
120 (2008) - Reyhan
Adab-ı Muaşaret (2009) - Öğrenci
Kampüste Çıplak Ayaklar (2009) - Şiva

EROS PANSİYON VE İZLENİMLERİM/NOTLARIM

Yalçın Menteş Tiyatrosu, 5 Kasım 2009 Perşembe günü, Buca Belediyesi'nin daveti ve katkılarıyla "Eros Pansiyon" isimli oyunlarıyla Bucalıların karşısına çıktı. Burada kültürel etkinlik kapsamında Buca Belediyesi'ni tebrik etmek gerek. Oyunun sonunda Yalçın Menteş söz alarak "Belediyecilik sadece yol yapmak, kanalizasyon açmak değil, aynı zamanda halkın kültürel gelişimine önderlik etmektir." dedi. Bu yoruma gönülden katıldığımı belirtmeliyim ve bu yüzden Buca Belediyesi'ni tebrik ediyor ve kendilerine teşekkür ediyorum. Tebrik ve teşekkürlerimi iletirken aynı zamanda Buca'da yaşayan bir vatandaş olarak sıkıntımı ve eleştirimi belirtmek istiyorum, çünkü Buca'da kültürel etkinlikler için salon yok! Evet, salon yok. Türkiye'nin önemli şehirlerinden İzmir'in önemli ilçelerinden olan ve aynı zamanda üniversite ve öğrenci şehri olan Buca'nın ne bir tiyatro/konferans salonu var ne de sineması. Oyun sonrası halk da bu konudaki sıkıntı ve tepkilerini belediye yetkililerine dile getirdiler. (Başkan Ercan Tatı, yerel seçim öncesi konuşmalarında bu sıkıntıyı dile getiriyordu. Şimdi kendilerinden bu konuda icraat bekliyoruz. Bu konuda şu acı gerçeği de dile getireyim, geçtiğimiz öğretim yılında (2008-2009) DEÜ Dil ve Kültür Topluluğu olarak Şiir Dinletisi düzenlemek için Buca Belediyesi Kültür-Sanat Merkezi ile uygun bir salon için görüştüğümüzde, tarafımıza, belediyeye ait hiç salon bulunmadığı belirtilmişti. Ne acı!) Belediyeye ait salon olmayınca, oyun Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi içindeki 300 kişilik konferans salonunda düzenlendi. (Aslında DEÜ'nün Tınaztepe'deki Fen-Edebiyat Fakültesi'nde 620, Mühendislik Fakültesi'nde de 410 kişilik salonu mevcut ama bu salonların şehir merkezine yaklaşık 20 dakika mesafede oluşundan mı ve/veya başka sebeplerden dolayı mı Eğitim Fakültesi Salonu seçildi bilmiyorum.) Salon 300 kişilikti ama İzmir'in ve Buca'nın sanatsever halkı salonu ağzına kadar doldurdu ve neredeyse 500'ün üzerinde izleyici vardı salonda. Evet, neredeyse oturan kişi sayısı kadar kişi de ayakta izledi oyunu, ki buna ben de dahilim çünkü 20.30'daki oyuna neredeyse 5 dakika kala yetişmiştim ve ancak kendime giriş kapısının önünde ayakta yer bulabildim. Buna da şükür çünkü oyuna gelip de ayakta bile yer bulamayıp geri dönenler oldu, ki bu dönenlerin sayısı da az değildi. Bu ilginin ve izdihamın nedeni halkın adeta sanata ve tiyatroya aç olmasının yanı sıra Yalçın Menteş gibi TV ve sinemadan tanınıp sevilen oyuncunun gelmesi, ücretsiz oluşu ve de oyunun oynandığı salonun şehir merkezinde oluşuydu. Bir önceki sene de aynı tiyatro grubu, aynı oyunla Buca'ya gelmiş ve Buca Gölet'te yer alan tiyatro salonunda oyunlarını oynamıştı. İlgili yer ve salon şehir dışı diyebileceğimiz yerde ve ulaşımın zor olduğu, ancak şahsi araçla ulaşılabilecek yerde olduğundan gidememiştim ama bu oyunu kaçırmak istemedim bu sefer ve ayakta da olsa izledim.

Gelelim oyuna... Oyun, kızı 3 yaşındayken eşini kaybeden ve tüm yaşamını kızına adayan, onun üzerine titreyen Emekli Albay Ergun Okan Altınbaşak'ın, kız arkadaşlarıyla tatile gideceğini öne sürerek babasından aldığı izinle sevgilisiyle gözlerden uzak bir sahil kasabasındaki küçük, adeta sinek avlayan "Eros Pansiyon"a giden kızından önce kadın kılığında ilgili pansiyona gidişini ve sonrasında olan olayları anlatıyor... Yalçın Menteş tiyatro'sunun sahneye koyduğu 2 perdelik oyunu Çetin Aktaş yazıp yönetirken, oyunda Yalçın Menteş ve Parla Şenol ustaların yanı sıra genç oyuncular Kaan Taşaner ve Özge Erdaş sahne alıyor. (Geçtiğimiz yıla kadar Şebnem Schaefer oynarken, onun ayrılmasının ardından Özge Erdaş ekibe dahil olmuş.)

Ön bilgilerden ve teknik detayların ardından gelelim oyunun yorumuna ve eleştirisine... Oyunun konusuna baktığımızda sevgilisi olan ve bunu babasına söyleyemeyen ve sevgilisiyle tatil kaçamağı yapan bir kız ve sevgilisi, dul, kızına düşkün ve bu yüzden kadın kılığında da olsa kızını takip için ilgili pansiyona giden kıskanç bir baba ve de pansiyonun dul sahibesi gibi klasik bir konu çıkıyor önümüze...

Perde açıldığında pansiyon sahibesi Meryem Durak (Parla Şenol) ile açılıyor oyun ve onun pansiyonda söylenişi, kendi kendine konuşması ile buluyoruz. Ardından Afife Ergunokan (Yalçın Menteş) geliyor müşteri olarak. Afife Hanım'ın odasına yerleşmesinin ardından Nergis Altınbaşak (Özge Erdaş) ve sevgilisi Başak (Kaan Taşaner) pansiyona yerleşiyor. Ancak, Başak'ın arabadan eşyaları almak için pansiyona Nergis'ten geç gelmesiyle ve de geldiğinde Afife ile karşılaşmasıyla pansiyon sahibini Afife zannediyor ve oyunun ilk perdesinin bir kısmı bu şekilde geçiyor ve Başak ile Meryem birbirlerini hiç görmüyorlar, hatta aynı zaman diliminde de Nergis ile Afife de hiç karşılaşmıyor. Oyunun bu kısmına Başak'ın soğuk esprileri ve de Afife'nin lama gibi insanların yüzüne tükürmesi damga vuruyor, ki oyunun ilk perdesinde Afife rolündeki Yalçın Menteş, ikisi Başak'a ve bireri de Nergis ve Meryem'e olmak üzere 4 defa tükürüyor. Oyunun ilk perdesinde Nergis ile Meryem, Afife'nin konuşmasından, tavırlarından, erkek düşmanı durumlarından ve de kendilerine sulanmalarından dolayı onun lezbiyen olduğunu düşünüyorlar. Nergis ile Başak, durumlarını ve evlenme isteklerini Ergun Bey'e açamamaktadırlar ve hatta Eros Pansiyon'a da Nergis, kız arkadaşlarıyla gittiğini söyleyerek izini koparmıştır. Babasıyla görüşmek ve durumu açmak için de bir plan yaparlar: Nergis, kız arkadaşlarının pansiyonu sevmediğini söyleyerek pansiyondan ayrıldığını, kendisinin de pansiyon sahibesi kadının annesi gibi davrandığı için ayrılamadığını ve bu yüzden babasına, pansiyona gelmesini söyleyecektir. Plan bu şekildedir, baba çağrılır ama oyun gerçekçi olsun diye bu sefer Başak da kadın kılığına girer. Durum değerlendirmesi yaparken ikilinin öpüşmesi ve bu esnada babanın pansiyona gelişi ile kızının durumunu hem kendisinin hem de Meryem'in görmesiyle ilk perde sona erer. Ergun duruma kızarken Meryem ise şaşırır çünkü onların da lezbiyen olduğunu düşünür, çünkü Başak'ı ilk defa kız haldeyken görür, hatta ikinci perdede erkek haldeyken görüğünde inanmaz ve onun erkek kılığına girdiğini düşünür. İkinci perdede ise çiftin durumu ve babaya açılabilme çabaları ile geçer. Bu arada Meryem ile Ergun da birbirlerine aşık olur, çünkü ikisi de yıllardır duldur ve de neredeyse yıllardır karşı cinsle yakınlaşmamıştır. İkinci perdede Yalçın Menteş Afife ile Ergun arasında gidip gelir. Başak da kadın kılığındayken tekrar erkek haline döner. Kız haldeki Başak ile Afife'nin gerçek kimliğinin belli olması, çiftin babaya açılması, babanın izni ve de bununla birlikte Ergun'un evlilik teklifini Meryem'in kabul etmesiyle oyun sona erer.

Yukarıda belirttim, konu klasik diye. Konunun klasik olmasının yanı sıra senaryoda da eksiklikler vardı. Bazı yerler gereğinden fazla uzatılmış, bir-iki yerde mantık hatası vardı, bazı yerlerde de eksiklikler vardı. Bununla birlikte bazı gereksizlikler vardı. Mesela Nergis rolündeki Özge Erdaş oyunun hemen başında odasına geçtikten sonra denize diye üstünü çıkartıyor. Denizden döndükten sonra da pansiyon için de altta etek üstte sütyen ya da daha doğru söylenişiyle bikinisinin üstüne etek giymiş şekilde oynuyor, yani altı tamam ama üstü açık. İlk perdenin tamamında ve ikinci perdenin başında bu şekilde oynuyor. Ya tamam, deniz sahnesinde giyecek tabii, ama bence bu gereksizce uzatıldı ve öyle ki, bu kızın oyunun başında üstünde ne olduğu unutuldu. Sadece bu değil tabii göze çarpan, mesela Meryem rolündeki Parla Şenol ilk perde sonlarından başlayarak ikinci perdenin tamamında sarhoş rolündeydi. İçtikleri alkollü vişne şurubu, tamam sarhoş edecek ama Meryem'i hemen vurdu ve bence sarhoşluk kısmı erken başladı ve çok uzatıldı. Bir de Ergun'un evlenme teklifinden sonra Meryem'in bayılması vardı ki, bence bu sahne de çok uzatıldı ve neredeyse ikinci perdenin yarısı veya en azından üçte birinde Meryem baygındı, yani Parla Şenol bildiğin yatarak oynadı, hatta yattı. Bu gereksiz uzatmaların dışında eksiklikleri sayarsak, mesela oyunun başlarında soğuk espriler yapan Başak'ın bu durumu uzatılabilirdi çünkü soğuk da olsa izleyiciden olumlu tepki alıyordu.

Oyunculara gelirsek Yalçın Menteş ve Parla Şenol, yılların getirdiği tecrübeyle rahat oynadılar. Genç oyuncular Kaan Taşaner ile Özge Erdaş da güzel bir performans ortaya koydu ve ekip olarak güzel bir oyun çıkardılar. Ancak Kaan Taşaner ile Özge Erdaş'ın, ustaların da etkisiyle kendilerini daha da geliştireceğini düşünüyorum. Şunu da belirtmem gerek, yukarıdaki paragrafta yazılan eleştiride oyunculara asla bir eleştirim söz konusu değil çünkü onlar senaryoyu ve yönetmenin dediklerini uyguluyorlar. Burada senaryoyu ve yönetimi eleştiriyorum, ki ikisi de aynı kişi; Çetin Aktaş.

Tekrar oyunun içeriğine gelirsek, oyunda öne çıkan iki şey vardı: Birincisi belaltı espriler, ikincisi de güncel ve yerel olaylar ve esprileri... Belaltılık durumu belki de oyunun en belirgin özelliğiydi. Gerek hareketlerle, gerek konuşmalalarla, gerekse de esprilerle bu durum çokça öne çıkarıldı. Diğer öne çıkansa güncel ve yerel durumlar ve esprilerdi. Yerel bazda baktığımızda, özellikle Yalçın Menteş'in oyunun başında dediği "hamdolsun Gavur İzmirliyiz" sözü salondan büyük bir destek ve alkış aldı. Bununla birlikte kız kılığındaki Başak'ın tiki hareketleriyle "ben Alsancak'a gidiyorum" demesi de salonda büyük bir kahkaha ve alkışa neden oldu. Güncel esprilerde ise özellikle Ergenekon'a gönderme vardı. Zaten Yalçın Menteş'in oyunda emekli bir albay olması, daha da önemlisi isminin Ergun Okan olması, oyunun baştan Ergenekon'a gönderme olduğunun açık işaretiydi. Oyunun sonunda ise kızı Nergis, babası Ergun Okan'a polis şakası yapar. O anda Ergun Okan'ın suçlu haliyle telaş yapması ve neredeyse teslimiyete hazırlanması salonda acı bir gülümsemeye neden oldu. Arkasından ise "geride bir tek ben kaldım, ama ben suçsuzum, valla bütün belgelerim ıslak imzalı" sözü de son Ergenekon'a ve de son günlerin gündemine açık bir göndermeydi. Yalçın Menteş, ayrıca Ergun karakteri ile ailelerin her ne kadar bir arada olsa da babanın Kurtlar Vadisi, annenin de diğer odada Aşk-ı Memnu ya da Yaprak Dökümü izlediğini, çocuğun da odasında bilgisayar oynadığını veya internete girdiğini belirtmesi, bütün gibi görünse de ailelerin artık parçalandığını, kimsenin birbirinden haberi olmadığını belirtmesi oyunun dramatik ve de duygusal kısmıydı. İşin trajikomik tarafı ise oyunculardan Özge Erdaş'ın bölüm oyuncusu da olsa Kurtlar Vadisi'nde oynamış olmasıydı.

Yalçın Menteş'e ve sinemamızın eski çocuk yıldızlarından Parla Şenol ustalara (şunu belirtmeliyim ki yaşı ileri de olsa Parla Usta halen çok güzel), Kaan Taşaner ile Özge Erdaş'a, kısaca Yalçın Menteş Tiyatrosu'na ve Buca Belediyesi'ne teşekkür ediyoruz. Bucalılar da ayrı bir tebriği hak ediyor, çünkü oyunu medeni bir şekilde izlediler, oyunculara sevgilerini içten gösterdiler, tiyatro ve sanatı sevdiklerini gösterdiler ve de salon ağzına kadar dolmasına rağmen, neredeyse yarısı ayakta izlemesine rağmen en ufak bir olay, hatta gürültü dahi çıkmadı... Yeni bir salonda, yeni oyunlar izlemek umuduyla...


ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...