12 Şubat 2010 Cuma

Uzakdoğu'dan 2 Film Birden: Dolls (2002) & Humming (2008)

Uzakdoğu Sineması son yıllarda büyük bir ivme kazandı, kendini çok geliştirdi. Başını Güney Kore, Japonya, Çin ve Hong Kong sinemalarının çektiği, bununla birlikte Tayland, vb. ülke sinemalarının oluşturduğu ve hayranları gün geçtikçe çoğalan Uzakdoğu sineması, günümüzde dünya sinema tekeli Hollywood (ABD) sinemasına rakip olarak görülüyor. Hollywood’un artık kısır bir döngü içinde olması, Uzakdoğu’nun kendini geliştirmesi ve filmlerinin kalitesi, Hollywood’un artık Uzakdoğu’yu taklide başlaması ve Uzakdoğu filmlerini kendilerine uyarlayarak yeniden yapmaya-yeni çevrime (sinema diliyle remake’e) yönelmesi bunda önemli bir etken. Uzakdoğu’dan 2 filme, ileride de kullanmayı düşündüğüm bir şekilde, aynı yazı içinde değinmeye çalışacağım…

1- Dolls (Bebekler, 2002)

beni sürükle,
belimden sana bağlanmış sonsuz sargılarım...
sürükle,
kiraz çiçekleri içinde...
aklım karanlıklara karışmış,
beni sürükle,
beni yeniden var et.

Dolls (Bebekler) filminin dosyasının içinden çıkan ve özünü anlatan bir şiir bu. 2002 yapımı bir Japon filmi olan Dolls, 3 ayrı aşk hikâyesini anlatıyor. “Birinci öykünün kahramanı düşük maaşlı bir çalışan olan Matsumoto, ikinci yaşlı bir Yakuza patronu olan Hiro’dur. Üçüncü kahraman ise bir zamanların ünlü popstarı Haruna.” (sinemalar.com)

IMDB’den 7.7, Sarangni’den de 7 puan alan Dolls filmi, Japon Bunraku Tiyatrosunun gösterisi ile başlıyor. Bu tiyatroyu, bizim kukla tiyatrosuna benzetebiliriz bir nevi. Yönetmen Takeshi Kitano, hüzünle örülmüş, ölmeyen aşk ve bağlılık üzerine kurduğu filminde Japon Bunraku Tiyatrosunun bebeklerinden esinleniyor. Film her ne kadar 3 aşk hikâyesini anlatsa da ana konuyu veya aşkı Matsumoto ile Sawako’nun aşkı oluşturuyor. Yönetmen diğer iki konuya değinirken de keskin geçişler yerine yumuşak geçişler yaparak konunun bütünlüğünü bozmuyor.

Matsumoto (Hidetoshi Nishijima) ile Sawaki (Miho Kanno) bir zamanlar büyük bir aşk yaşarken araya giren ebeveynleri ve çevreleri yüzünden ayrılıyorlar. Ebeveynlerinin baskısı ve başarı-kariyer ile aşkı arasında kalan Matsumoto trajik bir seçim yaparak sevgilisinden ayrılıyor. Matsumoto, patronunun kızı ile evlenecekken düğüne gelen Sawaki’nin arkadaşları vasıtasıyla Sawaki’nin hastanede olduğunu öğreniyor. Hastaneye vardığında ise Sawaki’nin aklını yitirdiği gerçeğiyle karşılaşıyor. Vicdan muhasebesi yapan ve aşkı Sawaki’yi bu durumda gören Matsumoto, Sawaki’yi hastaneden çıkartır. Birlikte yaşarlar. Ancak bir sorun vardır, Sawaki Matsumoto’yu tanımamakta ve hatta akıl yaşı küçük bir çocuğunkinden farksızdır. Aşkı ve vicdanı aklından, daha doğrusu para, kariyer, vs.’den ağır basan Matsumoto, Sawaki ile birlikte, kırmızı ipek bir urganla birbirlerine bağlı hâlde, yürüyerek Japonya’yı dolaşır. Fonda ise zaman zaman ikilinin eski mutlu hâllerini göstermeyi ihmal etmez yönetmen… Filmin ikinci hikâyesi ise yaşlı bir yakuza (Japon mafyası) patronu olan Hiro (Tatsuya Mihashi) ile Ryoko’nun (Chieko Matsubara) hikâyesidir. Hiro, yaklaşık otuz yıl önce yoksul bir fabrika işçisidir. Hiro ile Ryoko her cumartesi parkta buluşurlar ve Ryoko, Hiro’ya yemek getirir. Ancak Hiro, hayalleri, başarıya ulaşma ve çok para kazanma isteği yüzünden onu çok seven Ryoko’dan ayrılır. Ama Ryoko’nun aşkı daimidir, her cumartesi elinde yemekle parka gelir ve sevgilisini bekler. Yaşlanan Hiro, yaşlılığının ve biraz da vicdan azabının getirdiği bir durumla parka gider. Zira eskiden buluştukları park onu çekmektedir. Ryoko ise yaşlanmasına rağmen, gerekli bakımını ve makyajını yaparak, elinde yemek ile parka gelir ve sevgilisini bekler. Hiro parka geldiğinde ise Ryoko onu tanımaz. Bu ilk hikâye ile benzerlik gösterse de bana “Leyla ile Mecnun” hikâyesini hatırlattı, hani Mecnun çöldeyken Leyla geldiğinde “benim aradığım ve sevdiğim Leyla sen değilsin” demesini. Hiro, mahcup şekilde Ryoko’nun yanına gelir ama mahcubiyetten kendini tanıtmaz. Ryoko ise artık sevdiği Hiro’dan ümidini kesmiş bir şekilde, kavuştuğu ama tanımadığı, yabancı sandığı Hiro ile getirdiği yemeği paylaşır. Bu önemlidir çünkü Ryoko o güne ve ana kadar yemeğini kimseyle paylaşmaz, hatta parkta oturduğu bankta, sevgilisinin geleceğini söyleyerek, yanına kimseyi oturtmaz… Üçüncü hikâye ise pop yıldızı Haruna Yamaguchi’nin (Kyôko Fukada) hikâyesi. Haruna, kısa bir süre öncesine kadar TV şovları ve imza günlerinin dünyasında yaşayan, herkesin hayran olduğu başarılı bir pop yıldızıdır. Geçirdiği bir kaza onun hayatını değiştirir. Kısa süre öncesine kadar onun yanında olan herkes, “düşenin dostu olmaz” misali ondan uzaklaşmıştır. Üstüne bir gözünü de kaybetmesi cabası. Onun büyük bir hayranı olan, karayolu işçisi Nukui için ise aşkını kanıtlamanın tam zamanıdır. Haruna’nın bir gözünü kaybetmesinin getirdiği büyük acı Nukui’ye iki göze patlar. Haruna için Nukui iki gözünü kaybeder. Artık deniz kıyısında günlerini geçiren ve kimseyi görmek istemeyen Haruna’nın yanına gelen Nukui, Haruna’ya olan aşkını ve bağlılığını ispatlar. Bu hüzünlü hikâyede artık Haruna’nın yanında olan ve konuştuğu tek kişi Nukui’dir…

Yönetmen Takeshi Kitano’nun kalp kırıklıklarıyla dolu, hüzünlü bir fonda iç içe geçen 3 aşk hikâyesini anlattığı Dolls filmi, izleyenlerce başyapıt olarak değerlendiriliyor. Film, Türk sinemasında da son zamanlarda giderek artan bir tür olan sanat filmi. Diyaloğun az olmasına rağmen oyuncuların gözlerinde, mimiklerinde ve hareketlerinde aşkın, hüznün ve hikâyelerin anlatıldığı bir film Dolls. Film sade ancak renkler ve görüntüler güzel, yer yer kartpostal tadında…

2- Humming (A Lovers Concerto – Âşıklar Konçertosu, 2008)

Uzakdoğu sinemasından ikinci filmimiz 2008 yapımı bir Güney Kore filmi olan Humming ya da Türkçesi ile Âşıklar Konçertosu filmi. Film, Dolls filmindeki gibi hüzünlü ve duygusal bir aşk hikâyesini anlatıyor.

“Jun-seo, Mi-yeon ile yaşamakta olduğu ilişkiden yorulmuş ve biraz yalnız kalmak için yollar aramaktadır. Mi-yeon ise harıl harıl beraberliklerinin 2000. gününü kutlamaya hazırlanmaktadır. Bu sırada Mi-yeong bir trafik kazası geçirir ve komaya girer. Ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi sevgilisini ziyaret ettiğinde Jun-seo'nun bu kazadan henüz haberi yoktur. Önce kazaya inanmak istemese de hastanede yatan Mi-yeon'u kendi gözleri ile gördükten sonra yaşadığının bir rüya olabileceğinden şüphe duymaya başlar.” (Sarangni)

Yönetmen Dae-yeong Park, Humming’te işlediği aşk öyküsünü, hüzün ve pişmanlıkla birlikte harmanlayarak anlatıyor. Hikâyenin ana kahramanları olan Jun-seo (Cheon-hee Lee) ile Mi-yeon (Ji-hye Han), birlikteliklerinin 2000. gününe yaklaşmaktadır. Her kadın gibi Mi-yeon da özel günlere önem verir ve bu günü kutlamak ister. Sevgilisini çok seven ve aşkına sadık Mi-yeon’un aksine Jun-seo ise artık bu ilişkiden sıkılmıştır. Bu ilişkiyi bitirmek ister ama Mi-yeon onu bırakmaz. İyice bunalan Jun-seo, üniversitede gördüğü bir ilana başvurarak bilimsel bir araştırma için Güney Kutbu’na gitmeyi planlar. Aslında amacı bilim değil, Mi-yeon’dan ayrılmak ve ondan kurtulmak, bununla birlikte onun da kendisini unutmasını sağlamaktır. Büyük umutlarla bu planından bahseden Jun-seo, Mi-yeon’dan umulmadık bir cevap alır, Mi-yeon onu bekleyecektir dönene kadar. Aşkından dolayı Jun-seo’nun tavırlarını, davranışlarını ve sözlerini, kısaca ayrılık isteğini fark etmez Mi-yeon, lakin onları dışarıdan izleyen ve taraflardan biri olarak değil de üçüncü bir taraf veya şahıs olarak daha sağlıklı gözlem yapan Mi-yeon’un arkadaşı, Jun-seo’nun durumunu açıklar ama gene de dinletemez Mi-yeon’a. Mi-yeon ise sevdiği insanla radyo dalgaları ile haberleşebilmek için hazırlanan düzeneği Jun-seo’nun evine getirirken kaza geçirir ve hastaneye kaldırılır. Olaydan haberi olmayan Jun-seo ise sabah eve gelen sevgilisini tersler. Ancak bir gerçek vardır, Mi-yeon ona gelmemiştir aslında, kaza geçirdiğinden dolayı hastanededir ve durumu hiç iyi değildir, hatta daha sonra bitkisel hayata girer. “Hangisi gerçek yoksa sabahki bir rüya mıydı?” diye düşünmeye başlayan Jun-seo için işler içinden çıkılmaz noktaya gelir. Halbuki kazadan sonraki sabah Mi-yeon’un getirdiği düzenek evdedir, takvime işaretlemiştir 2000. günü ve o durmaktadır, eve gelmek için kullandığı bisiklet sağlam ve evin önündedir. Bu işaretlere bakarak Mi-yeon’un onu ziyarete geldiğini düşünür ve inanmak ister Jun-seo, çıldırır adeta. Ancak gerçek, acı yüzüyle kendini göstermekte gecikmez. Artık Jun-seo için yapılacak iş, önce Mi-yeon’un iyileşmesi için çabalamak, ardından da onun hayallerini yaşatarak ruhunun huzur bulmasını sağlamaktır. Çünkü büyük bir üzüntü ve vicdan azabı duyar, zira Mi-yeon onun yüzünden kaza geçirmiştir ve şimdi bu hâldedir, ölüm-kalım savaşı vermektedir.

Yönetmen Dae-yeong Park, giderek tek taraflı ve platonik hâle dönüşmeye başlayan aşkı anlattığı öyküsünü, hüzün, pişmanlık, vicdan azabı ile birlikte harmanlayarak anlatıyor. Özellikle duygusal ve hüzünlü öykülerle kendine önemli bir yer edinen Güney Kore sinemasının önemli bir örneği Humming. Filmin belki de en hüzünlü yanı, 2000. günde, Jun-seo’nun, Mi-yeon’un buluşmak ve geçirmek istediği yere tam saatinde vararak Mi-yeon’un ruhuyla buluştuğu sahnedir… Aslında yönetmen hüzünle döşese de filmini, az da olsa insanı gülümseten sahneler mevcut. Belki de bunların en önemlisi Mi-yeon’un oynadığı zarf oyunu. Burada Mi-yeon, anlatmak istediği şeyi küçük kağıtlara yazarak ve zarfların içine koyarak değişik yerlere koyuyor ve mesajın devamı için “falanca yerde falan kısımdaki zarfta, devamı için falanca yerde falanca kısımdaki zarfta” şeklinde devam ediyor. İzleyiciyi gülümsetse de zarflar uzadıkça, karşıdaki kişinin yerine koyarak kızdırmıyor ve sinirlendirmiyor da değil hani…

Filmle ilgili son olarak şunu belirtmek istiyorum; sarangni’den 7.9 puan alan Humming filmi şaşırtıcı bir şekilde imdb’de yer almıyor. Bu da filmle ilgili ilginç bir not.


1 Şubat 2010 Pazartesi

Barış Manço'nun Ardından 11 Yıl

“Takvimler 1 Şubat 1999’u gösterdiği tarihte bir kalp krizinden kaybettik Barış Manço’yu.” demiştim çeşitli yerlerde yayınlanan ve sitemizde de yer alan Türk Kültürü’nün Karbon Kağıdı: Barış Manço isimli yazımda. Arkasından da eklemişim, “Bu tarih sadece Barış Manço’nun ölüm tarihi değil, adeta Türkiye’de bir devrin kapanışıydı…” diye.

Dile kolay tam 11 yıl geçmiş, 11 yıl olmuş Barış Abi’yi kaybedeli. Dile kolay değil aslında ama işte lafın gelişi. Yoksa 11 yıl az bir zaman değil. 11 yıl, 11 koskoca yıl. Tarih dediğimiz olguya baktığımızda çok çok kısa ama insan hayatıyla kıyasladığımızda çok büyük bir yer kaplayan zaman dilimi… Hatırlarım o kötü günü. Nedendir bilmem, önemli çoğu şeyin, yaşadığım önemli çoğu olayın ayrıntılarını zaman zaman hatırlayamam ama Barış Manço’nun hastaneye kaldırıldığı haberini daha dün, hatta daha az önceymiş gibi hatırlarım. Orta 2’ye gidiyordum ve 15 tatil dediğimiz Şubat tatiliydi. Gece saat 11 civarıydı ve uyumaya hazırlanıyordum. Anadolu’daki çoğu ev gibi yattığım oda salondu ve geceleri de yatak yapılıyordu. Doğal olarak da odada TV vardı. Uyumak üzere TV’ye sırtımı döndüğümde, birkaç dakika sonra tam uykuya dalmak üzereyken TV’den bir ses, daha doğrusu gece haberlerinin verilişi dikkatimi çekti. “Barış Manço kalp krizi geçirdi, hastaneye kaldırıldı.” diyordu. Dönüp TV’ye baktığımda gördüklerim veya hatırladıklarım hastane ve hastane önü görüntüsü ile Barış Manço’nun sedyede götürülüşü idi. Kanalın adını da vereyim unutmadan, TGRT idi, hani şimdiki Fox TV’nin eski yani satıştan önceki adı. Uykunun ağır basması ile dönüp yattığımı ve “Allah rahmet eylesin!” dediğimi hatırlıyorum. Neden böyle dedim bilmiyorum ama o an öyle demiştim, içimden öyle demek gelmişti. Şu an bile sorulsa “neden böyle dedin” diye, inanın bir cevap veremem. Sabah kalktığımda ise Barış abinin öldüğünü öğrendim. O anki duygumu tahmin edebilirsiniz sanırım; sevilen, hem de halk tarafından çok sevilen bir insanın ölümünün getirdiği üzüntü ve bir gece önceki söylediklerimden dolayı kendimi “şom ağızlı” tabir etmem. Meğer TV’de gördüğüm o görüntü, son görüntüsüymüş Barış abinin. Takdir-i ilahi tabii, ölüm doğal bir olgu ve yaşamın bir parçası.

Basında, ne bileyim TV’de, gazetelerde hatırlanır mı bilmiyorum “bugün Barış Manço’nun ölüm yıldönümü” diye. Sanmam ya da olsa olsa küçük bir haber şeklinde olur zira artık haber değeri taşımıyor, reyting almıyor. E onlar da haklı bir yerde, 11 yıl önce ölmüş “uzun saçlı ve ilginç yüzükleri olan” adamı hatırlayıp ne yapacaklar, işlerine yaramaz ki. Onlar, rahmetli Bahadır Akkuzu’nun dediği gibi, kimin eteği daha kısa derdindeler. Ama basın her ne kadar dikkate almasa da Barış Manço her yıl çeşitli etkinliklerle sevenleri tarafından anılmakta. Tabii anma konusunda merkez rahmetli Barış Manço’nun evi ve Moda oluyor, anma etkinlikleri ise çoğunlukla Barış Manço’nun mezarını ziyaret ve şarkılarını söyleme şeklinde oluyor.

Barış Manço’yu anma konusunda geçen sene Dokuz Eylül Üniversitesi Dil ve Kültür Topluluğu (DEÜ DKT) olarak farklı bir şeyler yapmak istedik ve “Türk Kültürünün Karbon Kâğıdı: Barış Manço” isimli Barış Manço’yu anma ve hakkında söyleşi şeklinde bir etkinlik gerçekleştirdik. DEÜ’nün 11-15 Mayıs 2009 tarihlerindeki Bahar Şenliklerinde düzenlemek istediğimiz ve 11 Mayıs 2009’da DEÜ Buca Eğitim Fakültesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirdiğimiz bu etkinlikte Barış Manço ile ilgili iki kitabı bulunan Denizlili Yazar Murat Yatağanbaba ve Kurtalan Ekspres’ten rahmetli Bahadır Akkuzu konuğumuz olmuştu. İlgili dönemde yönetim kurulu başkanı olduğum DEÜ DKT olarak bu etkinliğe büyük önem verdik ve hatta bu etkinliğin ilk çalışması olan fikir aşamasından tutun da konuklarımızı davet aşamasına, etkinlik gününden etkinlik sonrasına kadar organizasyonun yönetimini tamamen ben elime almıştım. Sebebi de hem topluluğumuzun büyük çaplı ilk etkinliği olması hem de etkinliğin Barış Manço ile ilgili olması gibi önemli bir hususiyete sahip bir etkinlik olması idi. Daha öncesinde, iki yıllık bir düşünce ve isteğe sahip olan ama geçen sene kısmet olan bu etkinliğe yerelinden ulusalına, TV’sinden gazetesine çeşitli yayın organları davet edilmiş olmasına rağmen daha önemli işleri olacak ki hiçbir basın kuruluşu teşrif etmedi. Ne kadar iyi ve başarılı bir etkinlik oldu tartışılır tabii, "çok iyi bir etkinlik oldu, çok iyi organize ettim/ettik" diyemem ama en azından böyle bir etkinliği gerçekleştirmiş olmanın getirdiği mutluluk bize yetti açıkçası.

Bu seneye baktığımızda, benzer konferans/söyleşi etkinliklerinin olması ve artması da sevindirici gelişme. 3 Şubat 2010 tarihinde İstanbul Çemberlitaş’taki Kubbelatı Vakfı’nda Türk Edebiyatı Vakfı’nın Çarşamba Sohbetlerinde Türkolog dostumuz Semih Çelik'in konuşmacı olduğu “Çağdaş Bir Terkip, Şuurlu Bir Farklılık: Barış Manço” isimli söyleşi, 6 Şubat 2010 tarihinde de Yazar Murat Yatağanbaba’nın konuşmacı olduğu, Kocaelili B.A.R.K. grubunun katkılarıyla Darıca Belediyesi’nin düzenlediği ve aynı isme sahip (Türk Kültürü’nün Karbon Kâğıdı: Barış Manço) bir konferans düzenlenecek. Ayrıca 5 Şubat 2010’da Yatağanbaba ile B.A.R.K.’ın Kocaeli TV için “Barış Manço ve Cem Karaca Anma Programı çekimleri" mevcuttur. Tabii bunlara ek olarak Barış Manço’nun İstanbul Kanlıca’daki Mihrimah Sultan Mezarlığındaki kabrinin ziyareti, Kadıköy’de Barış Manço’nun hayranlarının düzenlediği ve buluştuğu Barış Manço Vapuru etkinliği gibi çeşitli etkinlikler de düzenlenecektir. (Ayrıntılar için buraya bakabilirsiniz.)

Anma etkinliklerinden Barış Manço’nun vefatına geçmek istiyorum tekrar. Rahmetli Bahadır Akkuzu'nun geçen seneki etkinliğimizde dediği gibi Barış Manço’nun cenazesi görülmemiş bir cenazeydi. Yaşlısından gencine, sağcısından solcusuna, başörtülüsünden mini eteklisine, İslamcısından uzun saçlı-küpeli insanlarına herkesin katıldığı bir cenazeydi. Mahşeri bir yerdi adeta. Yaşım yetmediğinden öncesini hatırlayamayacağım ama hatırladığım veya gördüğüm kadarıyla halkın bu kadar sahiplendiği ve birlik olduğu iki cenaze olmuştu, biri Barış Manço’nun, diğeri ise Kemal Sunal’ın cenazesi. Cenazeye bakarak 4 Şubat 1999 tarihinde Hürriyet Gazetesi anlamlı bir başlık atmıştı: İşte Halkın Reytingi! Zira o dönemde, Barış Manço ölmeden önce, programı yeterli reyting alamıyor diye yayından kaldırılmıştı.

Yazıya son vermeden önce şunu belirtmek istiyorum; rahmetli Bahadır Akkuzu’nun dediği gibi Barış Manço’nun ölümünden dolayı yas tutmayı bırakmalıyız. Onun bize vasiyet ettiği, öğrettiği yoldan ilerlemeliyiz zira o, programlarında, şarkılarında, konuşmalarında bize çok şey öğretmişti., çok şey de vasiyet etmişti. Bize düşen, onun gösterdiği yoldan gitmek, vasiyetini gerçekleştirmek. Çok şeye vesile olan Barış abi, bugün bile bizlere yol göstermekte, nice insanın çeşitli sebeplerle tanışmasına ve bir araya gelip bir şeyler yapmasına sebep oluyor. Mesela onun sayesinde, tanışmaktan onur duyduğum nadir insanlardan olan rahmetli Bahadır Akkuzu ile tanıştım, Denizlili Yazar Murat Yatağanbaba dostum ile ve daha adını sayamayacağım, hatta neredeyse çoğuyla yüz yüze gelmediğimiz dostlarımızla tanıştım. Aynı şeyin bu kişiler, çoğu kişi için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

Barış Manço ve kültürümüz adına faaliyette bulunan tüm merhumlar için Allah’tan rahmet, kalanlar için de bizleri aydınlatmaya devam etmesi için uzun ömürler diliyorum.




Hürriyet Video'larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!


ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...