21 Ağustos 2010 Cumartesi

Bahadır Akkuzu’nun Vefatının 1. Yıldönümü

Ağabeyim, büyüğüm, dostum Yazar Murat Yatağanbaba, facebooktan "Abim, Bahadır Abi vefat edeli 1 yıl oldu... Yarın e-gazete "Dönence"de "Bahadır Akkuzu Özel Sayısı" yayınlayacağız, duygularını kısaca da olsa yazıver..." şeklindeki mesajını okuyunca zihnimden ve kalbimden geçenleri, duygularımı hemen yazıya döküp şu yanıtı vermiştim:

“Bahadır Akkuzu... Öleli bir sene olmuş. Daha dün gibi hatırlıyorum, senin e-postanla Bahadır Abinin ölüm haberini duyduğumda oluşan halimi. Öyle kalakalmıştım bilgisayarın başında ve gözümden ince bir yaş akmıştı. İnanmak istememiştim ama maalesef gelen haber gerçekti ve o artık yoktu, olmayacaktı. Hâlbuki daha 2-3 ay öncesinde birlikteydik. O dönem hem etkinliğin haberini hem de ölüm haberini www.deudkt.com'a koyduğumda yazdığım bir cümle vardı ve onu halen söylüyorum; "Bahadır abi tanışmaktan onur duyduğum nadir insanlardan birisiydi." Bu tür insanlarla bir daha tanışır mıyım bilmiyorum ama onunla tanışmak fırsatını verdiği için Allah'a ne kadar şükretsem azdır... Bahadır abiyle ilgili söylemek istediğim bir diğer konu da sigarası. O gün haddim olmayarak Bahadır abiye, "Abi çok içiyorsun sigarayı." demiştim, hatta Nagehan (Yüzüak) da katılmıştı bana. Bahadır abi de "bırakmak, en azından azaltmak istiyorum" demişti. Ah be abi, keşke az içseydin şu sigarayı, belki seni ölüme götüren rahatsızlığın olmayacaktı... Son olarak diyorum ki; ben Bahadır Abi'yi çok özledim :(“

Evet, ölüm haberini, o acı haberi Yatağanbaba vermişti bizlere. Gece yarısı bilgisayar başında oyalanırken aldığım bu haberle donmuştum. Hemen internette ve TV’de bu ölüm haberi ile ilgili haber aradım teyit için. Aslında aramamın sebebi teyit değildi, bu haberin yalan olması dileğiydi, umuduydu. Hem arıyor, hem de “inşallah bu haber doğru değildir, böyle bir habere rastlamam” ve hatta “inşallah ‘Bahadır Akkuzu’nun ölümüyle ilgili haberler yalandır, gerçek dışıdır.’şeklinde bir haberle karşılaşırım” diyordum ama kısa süre sonra hem internette hem de TV’de NTV’nin saat başı haberlerinde bu acı haber teyit edildi.


Peki, Bahadır Akkuzu ile ilgili bu hislerimin sebebi neydi? Ya da diğer bir deyişle, Bahadır Abi ile tanışıklığım nereden geliyordu? Anlatayım… 2006 Mayısında kurulduğunda kurucu başkanı olduğum ve ardından da Mayıs 2009’a kadar yani mezuniyetime kadar da başkanlığını yürüttüğüm Dokuz Eylül Üniversitesi Dil ve Kültür Topluluğu’nun düzenlediği bir etkinlikten geliyor. Topluluğun kuruluşundan itibaren hedeflerim(iz) arasındaydı “Barış Manço ile ilgili bir etkinlik yapmak”. Bunu da ancak 11 Mayıs 2009’da, üniversitenin Bahar Şenlikleri döneminde (şenliklerin ilk günü) gerçekleştirebildik. Barış Manço ilgili düzenleyeceğimiz söyleşide konuk olarak Barış Manço ile ilgili kitaplar yazan Yazar Murat Yatağanbaba ve Kurtalan Ekspres’in efsane isimlerinden Bahadır Akkuzu’yu davet etmek istiyorduk. Yatağanbaba ile görüşmelerimiz sonucu Bahadır Abi’nin iletişim bilgilerini almamızla birlikte kendisiyle görüşmeyi hem topluluk başkanı hem de etkinliğin bizatihi sorumlusu ve yöneticisi sıfatımla ben yaptım. İlk baştaki görüşmemizin ardından birkaç görüşme daha yaptık ve ardından kendisi konuğumuz oldu Murat Abi (Yatağanbaba) ile birlikte. Sanatçı kaprisi olmayan, sıcakkanlı, sevecen biriydi Bahadır Abi, adam gibi adamdı kendisi. TRT'nin bir program için randevu talebini söyleşi gerekçesiyle ertelemiş, söyleşi için İstanbul'dan kendi özel arabasıyla gelerek (gidiş-dönüş) yaklaşık 1200 km yol kat etmişti.

Konuklarımızın gelmesi (yolculuğu) ve ağırlanması konusunda büyük bir sıkıntı çıkarmıştı Dokuz Eylül Üniversitesi yönetimi, özellikle de Bahadır Abi’nin ulaşımı konusunda. Ancak onların bu ayıbını, her zaman teşekkür ettiğimiz ve hatta bu vesileyle tanıştığımız Buca’daki Yenigün Pide, Hakan Pide, vb. değerli ağabeylerimiz kapattılar. Üniversite hem ünlü bir isim ağırladığımız için, hem bahar şenliklerinde etkinlik yaptığımız için teşekkür ediyorlar hem de ilginçtir zorluk çıkartıyorlardı. Aslında şaşılacak bir durum değildi, hatta beklediğimiz bir durumdu. Çünkü bunlar hep yaşanan şeylerdi. Her zaman söylediğim ve hatta herkesçe söylenen bir söz vardı: “Üniversitenin desteğini geçtik, köstek olmasınlar yeter.” Yönetim, etkinlik günü ikişer adet çiçek ve teşekkür yazısı getirmekle sözde kendisini affettirdi, ağzımıza bir parmak bal çaldı ya da öyle sandı.


Neyse… Konu neydi, nerelere geldi… Vefatının ardından, özellikle yıldönümünde, acaba basın onu hatırladı mı diye baktım ama sonuç şaşırtmadı. Tam tersine, ölüm ve cenaze haberleri basında yer alınca şaşırmıştım. Zaten yaşarken biliniyor muydu ki ölünce hatırlansın. Etkinlikte, davet etmemize rağmen hiçbir basın kuruluşu ve temsilcisi gelmeyince Bahadır Abi hiç şaşırmamış ve hatta “onların eteklerini yukarıya çekenlerin peşinde koştuklarını” söylemişti. Vefatından sonra basında yer almadı dedim, Bahadır Abi’yi geçtim, Kemal Sunal, Barış Manço, vb. kültür hayatımızdaki dev isimler kaç defa haber oldu, hatırlandı, kaç defa anıldı. Hatta ellerinden gelse ve mecbur olmasalar, mecbur hissetmeseler Atatürk’ü bile anmayacaklar, hatırlamayacak ve unutturacaklar… Ama onların ayıbını Yatağanbaba kapattı. Bahadır Abi’nin vefat yıldönümü olan 6 Ağustos’ta, e-gazetesi Dönence’de, alışılmadık bir şekilde ve belki de ilk defa bir kişiye özel sayı çıkarttı. 6 Ağustos 2010 tarihli sayısında sadece ona yer verdi, sevenlerinin (naçizane şahsımın da) onunla ilgili duyguları yer aldı ve devam eden günlerde de Bahadır Abi ile ilgili haber ve yazılara yer verdi.


Bahadır Abi’yi vefatının yıldönümünde sevgi, rahmet özlem ve dualarla anıyoruz. Bahadır Abi’ye Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı dileklerimi yineliyorum.

Not: Aslında bu yazı daha erken yayınlanacaktı. Vefat yıldönümü ile yazının yayın tarihine baktığımızda 15 günlük bir fark var. Yoğunluk, hastalık-rahatsızlık, vs. derken gecikti. Bu bakımdan özür dilerim.

Not 2: 12 Mart’tan itibaren, yani yaklaşık 5,5 aydan sonra, yazdığım ilk yazım bu. Hepinize tekrar merhaba…



12 Mart 2010 Cuma

Haberin Var mı?

Aslında uzun süredir yazacağım bir yazıydı bu ama bir süredir şahsî olarak yoğun olduğum için ancak fırsat bulabildim. Yoğunluğumun sebebi ise iş durumu. Çalıştığım işten dolayı gün içinde yoğun olmakla birlikte cumartesileri de çalışıyorum, dolayısıyla pek fırsatım olmuyor. Neyse, kısa kesip konuya geçeyim…

Site içinde yer alan yazılarımda zaman zaman vurgu yaptığım dostum Denizlili Yazar Murat Yatağanbaba, üzerinde çok uzun bir süre çalıştığı 11. kitabını tamamlayarak Ocak 2010’da yayınlamıştır. Yatağanbaba, önceki eserlerinde ve yaptığı çalışmalar ve yazılarında yoğunlukla yer verdiği gibi bu eserinde de kültür, dil ve siyasî konulara yer veriyor.

Yazar Murat Yatağanbaba’nın 11. kitabı olma özelliğini taşıyan ve Ocak 2010’da yayınlanan “Haberin Var mı?” isimli kitabı, yazarın “ortak yayın-ortak eser” olma özelliğini taşıyan ilk kitabı aynı zamanda. “Dindaşlarımız ve Irktaşlarımız” alt başlığını taşıyan kitap, Yazar Murat Yatağanbaba’nın ve Almanya’da yaşayan genç kardeşimiz Serdar Bayram’ın ortak çalışması. Bununla birlikte kitapta, genç kardeşimiz Türkolog Semih Çelik, müzisyen ve Türkolog Levent Yatağanbaba ve naçizane şahsımın da çalışması yer almaktadır.

Murat Yatağanbaba, kitabında Türk Dili ve Kültürü üzerine yaptığı çalışmalara ve konu ile ilgili olarak, yukarıda isimlerini zikrettiğim kişilerin çalışmalarına yer veriyor. Türklük, Türkçe, Kültür (Sinema, Müzik, vs.) konularında gerek yurt içinde ve gerekse de yurt dışında yapılan çalışma ve incelemelerine yer veren Yatağanbaba, olumsuz konu ve durumları eleştiriyor (örneğin Türkçe’nin İngilizce hâkimiyetine girmesi ile birlikte ortaya çıkan ve özellikle gençlerin kullandığı Türkçe-İngilizce kırması yeni dili eleştrmesi), bununla birlikte olumlu ve güzel konulara da yer vererek mutlu ediyor (örneğin yurt dışındaki Türklerin başarılarına yer vermesi). Devleti (Türkiye’yi) ve Diyanet’i de eleştiren Yatağanbaba, kitabında ayrıca, kendi deyimiyle “dilleri ve dinleri ılımlılaştırılan ve hatta asimile edilen” Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri, Azeri Türkleri, Avrupa’daki Türkler ve adını belki de ilk defa bu kitapta okuduğumuz ve duyduğumuz Urum Türkleri ve Şor Türklerinin yaşadıklarını, çektiği sıkıntıları, dinleri ve dilleri üzerindeki baskıları anlatıyor. 450 sayfalık kitabının 3’te 1’ini zikrettiğimiz Türklere ayıran ve amacının “Türklerin asimile olmasını önlemek” olarak açıklayan Yatağanbaba, bunun sebebini ve eleştirilere karşı verdiği cevapları ise kitabının önsözünde şu şekilde açıklıyor: “…bu ‘duruş’umuzdan ve ‘kan bağımızdan’ gelen bir haktır!” Ve ekliyor: “Biz dibimizdekilerin (Irak (Musul, Kerkük, Telafer, vs.) Türkmenleri, vs.) derdi ile de dertlendik ve mücadele ettik, çok uzaklardakilerin derdi ile de dertlenip mücadele ediyoruz... Yeni nesil ve hatta yaşıtlarım bile dünyada ‘Şor Türkleri’, ‘Urum Türkleri’ diye Türklerin olduğunu bu kitapla öğrenecekler ve belki de Türkiye içindeki kısır siyasî çekişmelerden başlarını kaldırıp Dünya’ya bakarak biraz daha ‘büyük’ düşüneceklerdir! Bu ‘öğrenme’ ve ‘düşünme’ ise ‘çok bereketli sonuçlar’ doğuracaktır!”

Son olarak ise yazar Murat Yatağanbaba’nın “Türk Dünyasına bir ‘yıldız’ gibi doğduğunu” belirttiği kitabını okumanızı öneririm. Hepimiz eleştiriyoruz, üzülüyoruz, iyi olmasını diliyoruz ama başımızı da devekuşu misali kuma gömüyor ve her şeyi başkasından bekliyoruz. Artık başımızı kumdan çıkartmamızın vakti gelmedi mi!!!

Not: Kitabı kendi sitesinden inceleyebilir ve sipariş verebilirsiniz. Bununla birlikte İzmir'de yaşayanlar benimle de bağlantıya geçebilirler.

Not 2: Yazarın Şubat 2010’da “Allah Hepinize Böyle Dönekliği Nasip Etsin” isimli Cem Karaca kitabı da yayınlandı. Diğer kitapları gibi kaliteli olduğundan şüphem yok. Ancak henüz elimde olmadığı için bir şey diyemiyorum.


12 Şubat 2010 Cuma

Uzakdoğu'dan 2 Film Birden: Dolls (2002) & Humming (2008)

Uzakdoğu Sineması son yıllarda büyük bir ivme kazandı, kendini çok geliştirdi. Başını Güney Kore, Japonya, Çin ve Hong Kong sinemalarının çektiği, bununla birlikte Tayland, vb. ülke sinemalarının oluşturduğu ve hayranları gün geçtikçe çoğalan Uzakdoğu sineması, günümüzde dünya sinema tekeli Hollywood (ABD) sinemasına rakip olarak görülüyor. Hollywood’un artık kısır bir döngü içinde olması, Uzakdoğu’nun kendini geliştirmesi ve filmlerinin kalitesi, Hollywood’un artık Uzakdoğu’yu taklide başlaması ve Uzakdoğu filmlerini kendilerine uyarlayarak yeniden yapmaya-yeni çevrime (sinema diliyle remake’e) yönelmesi bunda önemli bir etken. Uzakdoğu’dan 2 filme, ileride de kullanmayı düşündüğüm bir şekilde, aynı yazı içinde değinmeye çalışacağım…

1- Dolls (Bebekler, 2002)

beni sürükle,
belimden sana bağlanmış sonsuz sargılarım...
sürükle,
kiraz çiçekleri içinde...
aklım karanlıklara karışmış,
beni sürükle,
beni yeniden var et.

Dolls (Bebekler) filminin dosyasının içinden çıkan ve özünü anlatan bir şiir bu. 2002 yapımı bir Japon filmi olan Dolls, 3 ayrı aşk hikâyesini anlatıyor. “Birinci öykünün kahramanı düşük maaşlı bir çalışan olan Matsumoto, ikinci yaşlı bir Yakuza patronu olan Hiro’dur. Üçüncü kahraman ise bir zamanların ünlü popstarı Haruna.” (sinemalar.com)

IMDB’den 7.7, Sarangni’den de 7 puan alan Dolls filmi, Japon Bunraku Tiyatrosunun gösterisi ile başlıyor. Bu tiyatroyu, bizim kukla tiyatrosuna benzetebiliriz bir nevi. Yönetmen Takeshi Kitano, hüzünle örülmüş, ölmeyen aşk ve bağlılık üzerine kurduğu filminde Japon Bunraku Tiyatrosunun bebeklerinden esinleniyor. Film her ne kadar 3 aşk hikâyesini anlatsa da ana konuyu veya aşkı Matsumoto ile Sawako’nun aşkı oluşturuyor. Yönetmen diğer iki konuya değinirken de keskin geçişler yerine yumuşak geçişler yaparak konunun bütünlüğünü bozmuyor.

Matsumoto (Hidetoshi Nishijima) ile Sawaki (Miho Kanno) bir zamanlar büyük bir aşk yaşarken araya giren ebeveynleri ve çevreleri yüzünden ayrılıyorlar. Ebeveynlerinin baskısı ve başarı-kariyer ile aşkı arasında kalan Matsumoto trajik bir seçim yaparak sevgilisinden ayrılıyor. Matsumoto, patronunun kızı ile evlenecekken düğüne gelen Sawaki’nin arkadaşları vasıtasıyla Sawaki’nin hastanede olduğunu öğreniyor. Hastaneye vardığında ise Sawaki’nin aklını yitirdiği gerçeğiyle karşılaşıyor. Vicdan muhasebesi yapan ve aşkı Sawaki’yi bu durumda gören Matsumoto, Sawaki’yi hastaneden çıkartır. Birlikte yaşarlar. Ancak bir sorun vardır, Sawaki Matsumoto’yu tanımamakta ve hatta akıl yaşı küçük bir çocuğunkinden farksızdır. Aşkı ve vicdanı aklından, daha doğrusu para, kariyer, vs.’den ağır basan Matsumoto, Sawaki ile birlikte, kırmızı ipek bir urganla birbirlerine bağlı hâlde, yürüyerek Japonya’yı dolaşır. Fonda ise zaman zaman ikilinin eski mutlu hâllerini göstermeyi ihmal etmez yönetmen… Filmin ikinci hikâyesi ise yaşlı bir yakuza (Japon mafyası) patronu olan Hiro (Tatsuya Mihashi) ile Ryoko’nun (Chieko Matsubara) hikâyesidir. Hiro, yaklaşık otuz yıl önce yoksul bir fabrika işçisidir. Hiro ile Ryoko her cumartesi parkta buluşurlar ve Ryoko, Hiro’ya yemek getirir. Ancak Hiro, hayalleri, başarıya ulaşma ve çok para kazanma isteği yüzünden onu çok seven Ryoko’dan ayrılır. Ama Ryoko’nun aşkı daimidir, her cumartesi elinde yemekle parka gelir ve sevgilisini bekler. Yaşlanan Hiro, yaşlılığının ve biraz da vicdan azabının getirdiği bir durumla parka gider. Zira eskiden buluştukları park onu çekmektedir. Ryoko ise yaşlanmasına rağmen, gerekli bakımını ve makyajını yaparak, elinde yemek ile parka gelir ve sevgilisini bekler. Hiro parka geldiğinde ise Ryoko onu tanımaz. Bu ilk hikâye ile benzerlik gösterse de bana “Leyla ile Mecnun” hikâyesini hatırlattı, hani Mecnun çöldeyken Leyla geldiğinde “benim aradığım ve sevdiğim Leyla sen değilsin” demesini. Hiro, mahcup şekilde Ryoko’nun yanına gelir ama mahcubiyetten kendini tanıtmaz. Ryoko ise artık sevdiği Hiro’dan ümidini kesmiş bir şekilde, kavuştuğu ama tanımadığı, yabancı sandığı Hiro ile getirdiği yemeği paylaşır. Bu önemlidir çünkü Ryoko o güne ve ana kadar yemeğini kimseyle paylaşmaz, hatta parkta oturduğu bankta, sevgilisinin geleceğini söyleyerek, yanına kimseyi oturtmaz… Üçüncü hikâye ise pop yıldızı Haruna Yamaguchi’nin (Kyôko Fukada) hikâyesi. Haruna, kısa bir süre öncesine kadar TV şovları ve imza günlerinin dünyasında yaşayan, herkesin hayran olduğu başarılı bir pop yıldızıdır. Geçirdiği bir kaza onun hayatını değiştirir. Kısa süre öncesine kadar onun yanında olan herkes, “düşenin dostu olmaz” misali ondan uzaklaşmıştır. Üstüne bir gözünü de kaybetmesi cabası. Onun büyük bir hayranı olan, karayolu işçisi Nukui için ise aşkını kanıtlamanın tam zamanıdır. Haruna’nın bir gözünü kaybetmesinin getirdiği büyük acı Nukui’ye iki göze patlar. Haruna için Nukui iki gözünü kaybeder. Artık deniz kıyısında günlerini geçiren ve kimseyi görmek istemeyen Haruna’nın yanına gelen Nukui, Haruna’ya olan aşkını ve bağlılığını ispatlar. Bu hüzünlü hikâyede artık Haruna’nın yanında olan ve konuştuğu tek kişi Nukui’dir…

Yönetmen Takeshi Kitano’nun kalp kırıklıklarıyla dolu, hüzünlü bir fonda iç içe geçen 3 aşk hikâyesini anlattığı Dolls filmi, izleyenlerce başyapıt olarak değerlendiriliyor. Film, Türk sinemasında da son zamanlarda giderek artan bir tür olan sanat filmi. Diyaloğun az olmasına rağmen oyuncuların gözlerinde, mimiklerinde ve hareketlerinde aşkın, hüznün ve hikâyelerin anlatıldığı bir film Dolls. Film sade ancak renkler ve görüntüler güzel, yer yer kartpostal tadında…

2- Humming (A Lovers Concerto – Âşıklar Konçertosu, 2008)

Uzakdoğu sinemasından ikinci filmimiz 2008 yapımı bir Güney Kore filmi olan Humming ya da Türkçesi ile Âşıklar Konçertosu filmi. Film, Dolls filmindeki gibi hüzünlü ve duygusal bir aşk hikâyesini anlatıyor.

“Jun-seo, Mi-yeon ile yaşamakta olduğu ilişkiden yorulmuş ve biraz yalnız kalmak için yollar aramaktadır. Mi-yeon ise harıl harıl beraberliklerinin 2000. gününü kutlamaya hazırlanmaktadır. Bu sırada Mi-yeong bir trafik kazası geçirir ve komaya girer. Ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi sevgilisini ziyaret ettiğinde Jun-seo'nun bu kazadan henüz haberi yoktur. Önce kazaya inanmak istemese de hastanede yatan Mi-yeon'u kendi gözleri ile gördükten sonra yaşadığının bir rüya olabileceğinden şüphe duymaya başlar.” (Sarangni)

Yönetmen Dae-yeong Park, Humming’te işlediği aşk öyküsünü, hüzün ve pişmanlıkla birlikte harmanlayarak anlatıyor. Hikâyenin ana kahramanları olan Jun-seo (Cheon-hee Lee) ile Mi-yeon (Ji-hye Han), birlikteliklerinin 2000. gününe yaklaşmaktadır. Her kadın gibi Mi-yeon da özel günlere önem verir ve bu günü kutlamak ister. Sevgilisini çok seven ve aşkına sadık Mi-yeon’un aksine Jun-seo ise artık bu ilişkiden sıkılmıştır. Bu ilişkiyi bitirmek ister ama Mi-yeon onu bırakmaz. İyice bunalan Jun-seo, üniversitede gördüğü bir ilana başvurarak bilimsel bir araştırma için Güney Kutbu’na gitmeyi planlar. Aslında amacı bilim değil, Mi-yeon’dan ayrılmak ve ondan kurtulmak, bununla birlikte onun da kendisini unutmasını sağlamaktır. Büyük umutlarla bu planından bahseden Jun-seo, Mi-yeon’dan umulmadık bir cevap alır, Mi-yeon onu bekleyecektir dönene kadar. Aşkından dolayı Jun-seo’nun tavırlarını, davranışlarını ve sözlerini, kısaca ayrılık isteğini fark etmez Mi-yeon, lakin onları dışarıdan izleyen ve taraflardan biri olarak değil de üçüncü bir taraf veya şahıs olarak daha sağlıklı gözlem yapan Mi-yeon’un arkadaşı, Jun-seo’nun durumunu açıklar ama gene de dinletemez Mi-yeon’a. Mi-yeon ise sevdiği insanla radyo dalgaları ile haberleşebilmek için hazırlanan düzeneği Jun-seo’nun evine getirirken kaza geçirir ve hastaneye kaldırılır. Olaydan haberi olmayan Jun-seo ise sabah eve gelen sevgilisini tersler. Ancak bir gerçek vardır, Mi-yeon ona gelmemiştir aslında, kaza geçirdiğinden dolayı hastanededir ve durumu hiç iyi değildir, hatta daha sonra bitkisel hayata girer. “Hangisi gerçek yoksa sabahki bir rüya mıydı?” diye düşünmeye başlayan Jun-seo için işler içinden çıkılmaz noktaya gelir. Halbuki kazadan sonraki sabah Mi-yeon’un getirdiği düzenek evdedir, takvime işaretlemiştir 2000. günü ve o durmaktadır, eve gelmek için kullandığı bisiklet sağlam ve evin önündedir. Bu işaretlere bakarak Mi-yeon’un onu ziyarete geldiğini düşünür ve inanmak ister Jun-seo, çıldırır adeta. Ancak gerçek, acı yüzüyle kendini göstermekte gecikmez. Artık Jun-seo için yapılacak iş, önce Mi-yeon’un iyileşmesi için çabalamak, ardından da onun hayallerini yaşatarak ruhunun huzur bulmasını sağlamaktır. Çünkü büyük bir üzüntü ve vicdan azabı duyar, zira Mi-yeon onun yüzünden kaza geçirmiştir ve şimdi bu hâldedir, ölüm-kalım savaşı vermektedir.

Yönetmen Dae-yeong Park, giderek tek taraflı ve platonik hâle dönüşmeye başlayan aşkı anlattığı öyküsünü, hüzün, pişmanlık, vicdan azabı ile birlikte harmanlayarak anlatıyor. Özellikle duygusal ve hüzünlü öykülerle kendine önemli bir yer edinen Güney Kore sinemasının önemli bir örneği Humming. Filmin belki de en hüzünlü yanı, 2000. günde, Jun-seo’nun, Mi-yeon’un buluşmak ve geçirmek istediği yere tam saatinde vararak Mi-yeon’un ruhuyla buluştuğu sahnedir… Aslında yönetmen hüzünle döşese de filmini, az da olsa insanı gülümseten sahneler mevcut. Belki de bunların en önemlisi Mi-yeon’un oynadığı zarf oyunu. Burada Mi-yeon, anlatmak istediği şeyi küçük kağıtlara yazarak ve zarfların içine koyarak değişik yerlere koyuyor ve mesajın devamı için “falanca yerde falan kısımdaki zarfta, devamı için falanca yerde falanca kısımdaki zarfta” şeklinde devam ediyor. İzleyiciyi gülümsetse de zarflar uzadıkça, karşıdaki kişinin yerine koyarak kızdırmıyor ve sinirlendirmiyor da değil hani…

Filmle ilgili son olarak şunu belirtmek istiyorum; sarangni’den 7.9 puan alan Humming filmi şaşırtıcı bir şekilde imdb’de yer almıyor. Bu da filmle ilgili ilginç bir not.


1 Şubat 2010 Pazartesi

Barış Manço'nun Ardından 11 Yıl

“Takvimler 1 Şubat 1999’u gösterdiği tarihte bir kalp krizinden kaybettik Barış Manço’yu.” demiştim çeşitli yerlerde yayınlanan ve sitemizde de yer alan Türk Kültürü’nün Karbon Kağıdı: Barış Manço isimli yazımda. Arkasından da eklemişim, “Bu tarih sadece Barış Manço’nun ölüm tarihi değil, adeta Türkiye’de bir devrin kapanışıydı…” diye.

Dile kolay tam 11 yıl geçmiş, 11 yıl olmuş Barış Abi’yi kaybedeli. Dile kolay değil aslında ama işte lafın gelişi. Yoksa 11 yıl az bir zaman değil. 11 yıl, 11 koskoca yıl. Tarih dediğimiz olguya baktığımızda çok çok kısa ama insan hayatıyla kıyasladığımızda çok büyük bir yer kaplayan zaman dilimi… Hatırlarım o kötü günü. Nedendir bilmem, önemli çoğu şeyin, yaşadığım önemli çoğu olayın ayrıntılarını zaman zaman hatırlayamam ama Barış Manço’nun hastaneye kaldırıldığı haberini daha dün, hatta daha az önceymiş gibi hatırlarım. Orta 2’ye gidiyordum ve 15 tatil dediğimiz Şubat tatiliydi. Gece saat 11 civarıydı ve uyumaya hazırlanıyordum. Anadolu’daki çoğu ev gibi yattığım oda salondu ve geceleri de yatak yapılıyordu. Doğal olarak da odada TV vardı. Uyumak üzere TV’ye sırtımı döndüğümde, birkaç dakika sonra tam uykuya dalmak üzereyken TV’den bir ses, daha doğrusu gece haberlerinin verilişi dikkatimi çekti. “Barış Manço kalp krizi geçirdi, hastaneye kaldırıldı.” diyordu. Dönüp TV’ye baktığımda gördüklerim veya hatırladıklarım hastane ve hastane önü görüntüsü ile Barış Manço’nun sedyede götürülüşü idi. Kanalın adını da vereyim unutmadan, TGRT idi, hani şimdiki Fox TV’nin eski yani satıştan önceki adı. Uykunun ağır basması ile dönüp yattığımı ve “Allah rahmet eylesin!” dediğimi hatırlıyorum. Neden böyle dedim bilmiyorum ama o an öyle demiştim, içimden öyle demek gelmişti. Şu an bile sorulsa “neden böyle dedin” diye, inanın bir cevap veremem. Sabah kalktığımda ise Barış abinin öldüğünü öğrendim. O anki duygumu tahmin edebilirsiniz sanırım; sevilen, hem de halk tarafından çok sevilen bir insanın ölümünün getirdiği üzüntü ve bir gece önceki söylediklerimden dolayı kendimi “şom ağızlı” tabir etmem. Meğer TV’de gördüğüm o görüntü, son görüntüsüymüş Barış abinin. Takdir-i ilahi tabii, ölüm doğal bir olgu ve yaşamın bir parçası.

Basında, ne bileyim TV’de, gazetelerde hatırlanır mı bilmiyorum “bugün Barış Manço’nun ölüm yıldönümü” diye. Sanmam ya da olsa olsa küçük bir haber şeklinde olur zira artık haber değeri taşımıyor, reyting almıyor. E onlar da haklı bir yerde, 11 yıl önce ölmüş “uzun saçlı ve ilginç yüzükleri olan” adamı hatırlayıp ne yapacaklar, işlerine yaramaz ki. Onlar, rahmetli Bahadır Akkuzu’nun dediği gibi, kimin eteği daha kısa derdindeler. Ama basın her ne kadar dikkate almasa da Barış Manço her yıl çeşitli etkinliklerle sevenleri tarafından anılmakta. Tabii anma konusunda merkez rahmetli Barış Manço’nun evi ve Moda oluyor, anma etkinlikleri ise çoğunlukla Barış Manço’nun mezarını ziyaret ve şarkılarını söyleme şeklinde oluyor.

Barış Manço’yu anma konusunda geçen sene Dokuz Eylül Üniversitesi Dil ve Kültür Topluluğu (DEÜ DKT) olarak farklı bir şeyler yapmak istedik ve “Türk Kültürünün Karbon Kâğıdı: Barış Manço” isimli Barış Manço’yu anma ve hakkında söyleşi şeklinde bir etkinlik gerçekleştirdik. DEÜ’nün 11-15 Mayıs 2009 tarihlerindeki Bahar Şenliklerinde düzenlemek istediğimiz ve 11 Mayıs 2009’da DEÜ Buca Eğitim Fakültesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirdiğimiz bu etkinlikte Barış Manço ile ilgili iki kitabı bulunan Denizlili Yazar Murat Yatağanbaba ve Kurtalan Ekspres’ten rahmetli Bahadır Akkuzu konuğumuz olmuştu. İlgili dönemde yönetim kurulu başkanı olduğum DEÜ DKT olarak bu etkinliğe büyük önem verdik ve hatta bu etkinliğin ilk çalışması olan fikir aşamasından tutun da konuklarımızı davet aşamasına, etkinlik gününden etkinlik sonrasına kadar organizasyonun yönetimini tamamen ben elime almıştım. Sebebi de hem topluluğumuzun büyük çaplı ilk etkinliği olması hem de etkinliğin Barış Manço ile ilgili olması gibi önemli bir hususiyete sahip bir etkinlik olması idi. Daha öncesinde, iki yıllık bir düşünce ve isteğe sahip olan ama geçen sene kısmet olan bu etkinliğe yerelinden ulusalına, TV’sinden gazetesine çeşitli yayın organları davet edilmiş olmasına rağmen daha önemli işleri olacak ki hiçbir basın kuruluşu teşrif etmedi. Ne kadar iyi ve başarılı bir etkinlik oldu tartışılır tabii, "çok iyi bir etkinlik oldu, çok iyi organize ettim/ettik" diyemem ama en azından böyle bir etkinliği gerçekleştirmiş olmanın getirdiği mutluluk bize yetti açıkçası.

Bu seneye baktığımızda, benzer konferans/söyleşi etkinliklerinin olması ve artması da sevindirici gelişme. 3 Şubat 2010 tarihinde İstanbul Çemberlitaş’taki Kubbelatı Vakfı’nda Türk Edebiyatı Vakfı’nın Çarşamba Sohbetlerinde Türkolog dostumuz Semih Çelik'in konuşmacı olduğu “Çağdaş Bir Terkip, Şuurlu Bir Farklılık: Barış Manço” isimli söyleşi, 6 Şubat 2010 tarihinde de Yazar Murat Yatağanbaba’nın konuşmacı olduğu, Kocaelili B.A.R.K. grubunun katkılarıyla Darıca Belediyesi’nin düzenlediği ve aynı isme sahip (Türk Kültürü’nün Karbon Kâğıdı: Barış Manço) bir konferans düzenlenecek. Ayrıca 5 Şubat 2010’da Yatağanbaba ile B.A.R.K.’ın Kocaeli TV için “Barış Manço ve Cem Karaca Anma Programı çekimleri" mevcuttur. Tabii bunlara ek olarak Barış Manço’nun İstanbul Kanlıca’daki Mihrimah Sultan Mezarlığındaki kabrinin ziyareti, Kadıköy’de Barış Manço’nun hayranlarının düzenlediği ve buluştuğu Barış Manço Vapuru etkinliği gibi çeşitli etkinlikler de düzenlenecektir. (Ayrıntılar için buraya bakabilirsiniz.)

Anma etkinliklerinden Barış Manço’nun vefatına geçmek istiyorum tekrar. Rahmetli Bahadır Akkuzu'nun geçen seneki etkinliğimizde dediği gibi Barış Manço’nun cenazesi görülmemiş bir cenazeydi. Yaşlısından gencine, sağcısından solcusuna, başörtülüsünden mini eteklisine, İslamcısından uzun saçlı-küpeli insanlarına herkesin katıldığı bir cenazeydi. Mahşeri bir yerdi adeta. Yaşım yetmediğinden öncesini hatırlayamayacağım ama hatırladığım veya gördüğüm kadarıyla halkın bu kadar sahiplendiği ve birlik olduğu iki cenaze olmuştu, biri Barış Manço’nun, diğeri ise Kemal Sunal’ın cenazesi. Cenazeye bakarak 4 Şubat 1999 tarihinde Hürriyet Gazetesi anlamlı bir başlık atmıştı: İşte Halkın Reytingi! Zira o dönemde, Barış Manço ölmeden önce, programı yeterli reyting alamıyor diye yayından kaldırılmıştı.

Yazıya son vermeden önce şunu belirtmek istiyorum; rahmetli Bahadır Akkuzu’nun dediği gibi Barış Manço’nun ölümünden dolayı yas tutmayı bırakmalıyız. Onun bize vasiyet ettiği, öğrettiği yoldan ilerlemeliyiz zira o, programlarında, şarkılarında, konuşmalarında bize çok şey öğretmişti., çok şey de vasiyet etmişti. Bize düşen, onun gösterdiği yoldan gitmek, vasiyetini gerçekleştirmek. Çok şeye vesile olan Barış abi, bugün bile bizlere yol göstermekte, nice insanın çeşitli sebeplerle tanışmasına ve bir araya gelip bir şeyler yapmasına sebep oluyor. Mesela onun sayesinde, tanışmaktan onur duyduğum nadir insanlardan olan rahmetli Bahadır Akkuzu ile tanıştım, Denizlili Yazar Murat Yatağanbaba dostum ile ve daha adını sayamayacağım, hatta neredeyse çoğuyla yüz yüze gelmediğimiz dostlarımızla tanıştım. Aynı şeyin bu kişiler, çoğu kişi için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

Barış Manço ve kültürümüz adına faaliyette bulunan tüm merhumlar için Allah’tan rahmet, kalanlar için de bizleri aydınlatmaya devam etmesi için uzun ömürler diliyorum.




Hürriyet Video'larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!


31 Ocak 2010 Pazar

Tokyo Sonata (2008)

Tôkyô sonata (Tokyo Sonata/Tokyo Sonatı, 2008) filmini bir süre önce sanatlog.com sitesinde okuduğum bir yazı üzerine izlemeye karar verdim. Filmde, yönetmen Kiyoshi Kurosawa orta hâlli bir Japon ailesi olan Sasakilerin yaşadıklarını yansıtıyor. Hem toplu olarak ailenin durumunu hem de ailenin her bir ferdinin durumunu, yaşadıklarını ve duygularını yansıtıyor. Sanatlog.com sitesindeki yazıda Kurosawa’nın aslında korku-gerilim filmleri çektiği, bu filmin ise yönetmenin filmografisinde farklı yerde durduğu belirtiliyor. Yönetmenin, daha önce hiçbir filmini izlemediğim için bu konuda bir şey diyemeyeceğim.

Filmin Konusu

Filmin konusunu, doğrudan, Uzakdoğu sinema ve altyazı portalı sarangni.info’dan alıyorum: “Tokyo Sonatı görünüşte kusursuzca sıradan bir Japon ailesinin portresidir. Baba anlam verilemeyecek bir şekilde işini kaybetmiştir ve gerçeği ailesinden saklamaktadır; en büyük oğul üniversitede okumaktadır ve eve pek az uğramaktadır; küçük oğul ebeveynlerinin haberi olmaksızın piyano dersleri almaktadır ve zihninin derinliklerinde rolünün aileyi bir arada tutmak olduğunu bilen anne, rolünü yerine getirmek için gerekli olan iradeyi bulamamaktadır. Dışarıdan bakıldığında her şey normal ve sağlıklıdır fakat ailenin içinde bir şekilde tek, öngörülemez bir uçurum açılmıştır ve bu uçurum sessizce ve hızlıca genişleyecek ve aileyi parçalayacaktır.”

Yönetmen Kiyoshi Kurosawa, filmde, Sasaki ailesi üzerinden orta sınıfı masaya yatırarak gelişen Japon ekonomisine paralel bir biçimde işsiz kalan ve zor günler yaşayan Japon halkını anlatıyor. Gelişime zıt olacak bir biçimde çöken büyük Japon hayalini ve bunun yerini aldığı Amerikan hayalini, Japonya’nın başarılı olması için Amerika’nın başarılı olması gerektiği düşüncesini de inceden eleştiriyor.

Filmin Karakterleri

Filmin konusunu kısaca belirttikten sonra, ailenin 4 üyesini de ayrı ayrı incelemekte yarar görüyorum. Filmin esas kişisi olan Sasaki ailesinin babası ve reisi Ryuhei Sasaki (Teruyuki Kagawa) orta düzeyli bir şirketin müdürüdür. Baba Sasaki’nin çalıştığı şirketin ne iş yaptığı, neden işten çıkartmaya gittiği ve hatta neden işten çıkartmada tercihini müdür Ryuhei’den yana kullandığı konusunda bir bilgi edinemiyoruz, zira bu durum hemen filmin başında meydana geliyor ve filmin geri kalan kısmında (neredeyse tamamında) buna değinilmiyor. Konu ile ilgili olarak, sadece, şirketin Çin’de yatırım yaptığını ve Çin’deki ucuz işgücünün şirketin personel çıkartmaya gitmesine yol açtığını öğrenebiliyoruz filmin en başındaki çok çok kısa bir diyalogda. Baba Ryuhei Sasaki, işten atıldığını, diğer bir deyişle işsiz kaldığını ailesine söylemiyor, zira ataerkil bir toplumun prototipi olan ailede sert ve otoriter bir baba olan Ryuhei hem utanıyor hem de otoritesinin sarsılacağını düşünüyor. Ailesine işsiz kaldığını söyle(ye)meyen Ryuhei, hiçbir şey olmamış gibi her sabah hazırlanıyor, takım elbisesini giyiyor ve işe gider gibi çıkıyor evden. Aslında Ryuhei’nin ailesinden sakladığı sırrın bir sebebi de Ryuhei’nin iş ve yöneticilik deneyimine, özellikle de müdürlük tecrübesine dayanarak kısa zamanda yeni bir iş bulabileceği düşüncesidir. Bu süreçte yeni iş arayışlarına girer Ryuhei. İlk başlardaki umudu giderek kaybolur çünkü ne o istediği gibi bir iş bulabilir ne de onun başvurduğu yerler de onu alırlar. Başvurduğu iş bulma şirketi (bizdeki İŞKUR’un benzeri) ona düşük seviyede düşük maaşlı işler önerir çünkü ellerindeki ilanlar o yöndedir ama Ryuhei beğenmez çünkü onun gözü yöneticiliktedir, müdürlüktedir. Ama iş aramanın acımasız ve soğuk yüzüyle karşılaşması uzun sürmez. Gerek iş bulma şirketinde gerekse de başvurduğu yerlerde, 45 olan yaşının çok yüksek olduğu söylenir. İş arama sürecine bakıldığında Ryuhei’nin yıllardır iş aramadığı, hatta kafasını şirketten dışarı çıkartmadığı sonucu da çıkabilir. İş arama sürecinde başvurduğu bir şirkette yapılan mülakatta karşılaştığı bir tutum ise içler acısıdır: Mülakatı yapan kişiye deneyimlerini ve müdürlük yaptığını, bu vesileyle yöneticilik vasfının da olduğunu söyleyen Ryuhei’ye, mülakatı yapan kişi önce yaşının çok olduğunu söyler, ardından ise ondan bir yeteneğini göstermesini ister. Bunu anlamayan Ryuhei, yetenekten kastın karaoke yapmak gibi bir şey mi diye sorar. Tabii bu mülakatı yapan adamın ve odadaki sekreter kadının gülüşmelerine neden olur. Ardından da adam alaycı bir şekilde Ryuhei’den karaoke yapmasını ister, hatta zorlar da. Karşısındakilerin alaycı ve küçümseyici hareketleri ve kahkahaları karşısında Ryuhei çaresizce karaoke yapar.

İşten çıkarılan Ryuhei yalnız değildir. Onun gibi onlarca, yüzlerce insan vardır. Ryuhei, yoksullar için dağıtılan yemek kuyruğunda, 3 aydır işsiz olan eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Ryuhei gibi o da ailesinden saklamıştır durumunu ve her gün işe gider gibi evden çıkmakta, akşam ise işten döner gibi eve dönmektedir. İkisi de her gün dışarıda aylak aylak dolaşır ve yemek kuyruğuna takılır. Ryuhei, arkadaşının ricası üzerine akşam yemeği için misafir olur. Amaç, bir işte çalışıyormuş gibi davranarak arkadaşının ailesini (eşi ve kızını) kandırmak ve şüphelenmelerini önlemektir. Rollerini iyi oynasalar da adamın küçük kızı her şeyin farkındadır. Sanatlog’un dediği gibi, “Aslında filmdeki her şeyin farkında olan karakterler çocuklardır. Bu yüzden ne kadar sert olursa olsun eleştirilerini çekinmeden dile getirirler. Ryuhei’nin küçük oğlu Kenji de aynı şekilde her şeyin bilincindedir. Bu filmde çocuklar yetişkinlerin oynadıkları üç maymun eylemlerini yapmazlar. Ya da babasının otoritesini kaybetme korkusunu, babasından şiddet göreceğini bile bile babasına söyler.” İlerleyen dakikalarda Ryuhei’nin arkadaşının, kendisini ve karısını zehirlediğini ve öldüklerini öğreniyoruz. Bu durum Ryuhei’yi tedirgin eder, zira aynı şeyin kendi başına da gelmesinden korkar. Dışarıda bunları yaşayan Ryuhei, evde de giderek daha sert bir hâle bürünmektedir. Eşine kızar, çocuklarını azarlar, feci şekilde döver, şiddet uygular, hatta bir sahnede küçük oğlu Kenji’yi merdivenlerden aşağıya düşerek hastanelik olmasına neden olur. Giderek ailesi ile arasındaki uçurum açılır. İlerleyen sahnelerde Ryuhei’nin bir alışveriş merkezinde temizlikçi olarak işe alındığını görüyoruz, buna mecbur kalmıştır çünkü. Bir taraftan işsiz kalması ve ardından böyle bir iş bulmanın getirdiği utanç ve aileye söyleyememe de Ryuhei’nin tutumunu etkiler.

Anne Megumi Sasaki (Kyôko Koizumi), ailenin içinde bulunduğu durumdan rahatsızdır, her ailede olduğu gibi tampon görevini görür. Ailenin her ferdiyle iletişimi olan tek ferdidir. Onun bu durumu, ailenin içinde bulunduğu sıkıntıları çözmeye yetmez, zira ne onun bunu yapabilecek gücü vardır ne de iradesi. “Anne her zaman ailenin duygusal merkezi olarak görev alır, ancak kimliksiz bir şekilde evin içinde dolanıp durur. Bir ehliyet aldığı zaman büyük oğlu Takashi ‘onu hiç kullanmayacaksın bile’ der, anne ise ‘sadece kimlik niyetine aldım’ diyerek içerisinde bulunduğu durumdan kurtulmaya çalışmasını vurgular. Onun uzamsal olarak evin içindeki konumu bizi de psikolojik olarak bir kapatılmışlığa, klostrofobik bir yalıtılmışlığa iter. Anne, filmin ilk sahnesinde fırtına yüzünden açılan kapıyı kapatır, ancak biraz bekledikten sonra kapıyı açar. Onun ev içinde dış yaşamdan soyutlanışını temsilen birçok defa görürüz. Örneğin bir hırsız tarafından kaçırıldığında bindiği arabanın üstünü açar, kapalı kalmasının intikamını bu şekilde alır. Annenin ruh halini yansıtan başka bir sahnede Megumi’yi yemek yaparken pencere parmaklıklarının ardından izleriz. Seyirci olarak adeta dışarıda bırakılarak bizden anne hakkında karar verirken daha yumuşak davranmamız istenir.” (Sanatlog)

Ailenin oğullarına gelince, büyük oğlan Taka Sasaki (Yû Koyanagi) üniversitede öğrenim görmekte ve eve pek gelmemektedir. Evi adeta otel gibi kullanıyor desek yeridir. Sabah eve gelir, yatar, yemeğini yer gider. İlerleyen zamanlarda Amerikan ordusunda görev almak istediğini söyler ve hatta katılır da, çünkü Amerika işgal ettiği yerlerde tutunmak için ek uluslararası barış (!) gücü talep eder ve tabii ki Japonya da buna kayıtsız kalamaz. Bu esnada, konuyla ilgili yapılan bir TV haberi manidardır. Haberde, konu ile ilgili yapılan yayından sonra, konuyla ilgili olarak halkın görüşlerini aktaran yayın konur. Burada kimisi desteklemekte, kimi ise karşı çıkmaktadır ancak bir gencin söyledikleri ise düşündürücüdür ve dünyanın en büyük ve gelişmiş ülkelerinden olan Japonya’nın ve Japon halkının, özellikle gençliğinin, ABD’nin yayılmacı ve emperyalist tutumuna bakışını özetlemektedir: “Amerika ile çok fazla ticaretimiz var. Bu yüzden Amerika’nın bir problemi varsa bu Japonya’yı direkt etkiler.” Ailenin küçük oğlu Kenji Sasaki (Inawaki Kai) ise liseye gitmekte ve ailesinden habersiz olarak piyano öğrenmeye başlar. Aslına bakılırsa Kenji ailenin en dobra, en dik başlı ve istediğinin peşinden giden üyesidir. Okulda kendisini haksız yere azarlayan öğretmenine, onunla ters düşmek pahasına da olsa karşılık vermekte ve tüm sınıfın önünde onun porno yayınları okuduğunu açıklamakta; aileden gizli piyano dersleri almakta, hatta ailesinin okuldaki yemek parasını buna ayırmakta; babasının tüm karşı çıkışlarına rağmen piyano dersleri almaktadır ve hatta bunun yüzünden dayak bile yer babasından. Piyano hocası onun bir deha olduğunu keşfeder ve daha ileri bir eğitim almasını ister, ailesi bunu bir şekilde öğrendiğinde baba Ryuhei tekrar karşı çıkmaktadır ve bunun nedeni olarak da tükürdüğünü yalamamak ve otoritesini kaybetmemek olarak açıklar. Bu durum da babanın ve ailenin geldiği durumu ve ailenin parçalanmışlığını gözler önüne serer.

Sasaki ailesinin yanında kaybeden insanları da görürüz filmde. Kenji’nin piyano hocası Bayan Kaneko (Haruka Igawa) kocasından boşanmıştır, Kenji’nin bir arkadaşı evinden kaçar ama sonunda ailesine yakalanır, Sasakilerin evine giren hırsız birçok işte başarısız olmuş ve sonunda hırsız olmuştur ama bunu bile beceremez. Hırsızımız yüzünü gördüğü için anne Megumi Sasaki’yi kaçırır. Anne ise kaçırılma olayına pek karşı çıkmaz, hatta daha sonra sanki zafer kazanmış gibi davranır, zira o içinde bulunduğu ve yönetmen tarafından hapishane gibi tasvir edilen 4 duvar arasından çıkmıştır, hatta bu yüzden hırsızla bindikleri arabanın da üstünü açar, ayrıca samimiyetinden ötürü duygusal bir yakınlık besler.

Filmin sonlarına doğru geldiğimizde aile içi bölünme had safhaya ulaşır ve ortada aile kalmaz. Kenji birlikte kaçtığı arkadaşı ailesine yakalanınca kendisi devam etmek ister. Gizlice bir otobüse binerken yakalanır ve polise teslim edilir. Anne, hırsızla birlikte deniz kenarındaki bir kulübeye gelir ve geceyi orada geçirir. Baba ise çalıştığı AVM’de para dolu zarf bulur. Bunun getirdiği kurtuluş, utanç, suçluluk, vb. duygularla kaçarak uzaklaşır AVM’den. Ardından ise kendisine bir kamyon çarpar ve kaldırıma yığılır kalır.

Bütün yaşanan olumsuzluklar ertesi sabah sanki sihirli bir el değmişçesine düzelir. Ailenin, büyük oğul hariç, bütün fertleri çökmüş bir hâlde eve gelirler. Film boyunca ailenin bir arada olduğu tek yer olan yemek masasında toplanırlar ve sanki tüm olumsuzlukların sonu gelmiştir. Hırsızın, gece kulübeyi terk etmesiyle anne, nezarethaneden polislerin sabah salmasıyla Kenji ve tüm gece kaldırımda ölü gibi yatan baba da kendine gelerek evinin yolunu tutar, parayı da kayıp eşyaların konulduğu bir yere bırakır. Aile artık bireysel olarak yaşadıkları ve olabilecekleri en dip noktaya gelmiş ve sabah ise bu noktadan çıkarak kendilerine gelmişlerdir. Artık huzurun hâkim olduğu evde baba işinde mutludur, Kenji’nin de piyano eğitimi almasına izin çıkmıştır. Filmin sonunda Kenji’nin piyano sınavında çaldığı müzik her şeye karşı bir meydan okuyuştur adeta. Piyanoda çalınan müzik, hocaların ve dinleyicilerin hayranlık dolu bakışları ve ardından anne ile babanın Kenji’den gurur duyarak onun elini tutmaları ise gerçekten mutlu son kabilindendir.

Filmin bazı sahneleri bana Atıf Yılmaz’ın 1982 yapımlı ve İlyas Salman’ın oynadığı Dolap Beygiri filmini anımsattı. Ryuhei gibi İlyas Salman (Ali) da kravatlı işsizlerdendir. Devlet dairesinde çalışırken, ortama uymadığı (!) gerekçesiyle kovulur. İktisat mezunu Ali kendi işini yapmak ister, çalmadığı kapı, başvurmadığı yer kalmaz. O da Ryuhei’nin AVM’de temizlikçi olarak çalışması gibi hıyarcı olarak çalışmak, hıyar satmak zorunda kalır. Ryuhei’nin aksine eşine iş bulduğunu söyler ama yaptığı işi söylemez ve muhasebecilik işi olduğunu söyler. Bir diğer anımsatma da anne Megumi ile baba Ryuhei’nin karşılaşması ile Ali ile Ayşe’nin (Yaprak Özdemiroğlu) karşılaşmasıdır. Ayşe Ali’yi hıyar satarken görmüştür, zabıtaların izinsiz satış yapan Ali’nin arabasına ve hıyarlarına zarar vermesi ile Ali’nin yanına koşar. Tokyo Sonata’da ise anne babayı iki defa görmüştür benzer şekilde. İlkinde Megumi, Ryuhei’yi dışarıda yoksullar için olan yemek kuyruğundayken görmüştür. İkinci görüşü ise AVM’de olmuştur. Hırsızla giderlerken tuvalete gitmek isteyen ve bu yüzden AVM’ye giren Megumi, Ryuhei’yi görür hem de temizlikçi kıyafetiyle. Megumi takmaz ve ardından arabaya geri döner, Ryuhei ise zaten o anda bulduğu paradan dolayı kaçmak için AVM’den çıkmaya hazırlanmaktadır.

Yönetmen Kiyoshi Kurosawa, filmde toplumsal bir eleştiriyi kendi toplumu, Japon toplumu, üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu durum sadece kendi toplumu değil, gelişen (!) ve değişen (!) dünyada her toplumda görülmektedir. Tabii ülkemiz Türkiye’de de. Tiyatrocu Yalçın Menteş, sitemizde de yer alan “Eros Pansyon ve İzlenimlerim/Notlarım” başlıklı yazıda da belirtildiği gibi Eros Pansiyon isimli oyunda benzer bir durumu vurguluyor ülkemiz ve halkımız için. Konuyla ilgili olarak Menteş’in oyunda sarf ettiği sözlerler noktayı koyalım yazıya: “Aileler her ne kadar bir arada olsa da baba bir odada Kurtlar Vadisi, anne de diğer odada Aşk-ı Memnu ya da Yaprak Dökümü izliyor. Çocuk da odasında bilgisayar oynuyor veya internete giriyor. Bütün gibi görünse de aileler artık parçalandı, kimsenin birbirinden haberi yok.”


18 Ocak 2010 Pazartesi

Sevrci Soytarı Sahte Sol ve Ermeni Sorunu

Sevrci Soytarı Sahte Sol ve Ermeni Sorunu
Nurullah Ankut
Derleniş Yayınları
1. Baskı, İstanbul, Mart 2009
Türkçe, 301 Sayfa

Ermeni Soykırımı Sorunu, ülkemizin uluslararası alanda karşılaştığı önemli sorunlardandır. Bu doğrultuda her yıl, 24 Nisan tarihinde, sözde soykırım anılır, çeşitli ülkelerde anma törenleri yapılır. Hatta çeşitli ülke meclisleri bu sözde soykırımı tanımakta, hatta hatta Fransa ve İsviçre’de “Ermeni soykırımı olmamıştır.” demek bile bir suç oluşturmaktadır. Ülkemizin karşılaştığı bu sorun öyle bir hâl almıştır ki, adeta Türk olmak, Türk doğmak bir Ermeni soykırımcısı olmaktır. Üniversite 1. sınıftayken “Atatürk İlke ve İnkılâpları Tarihi” dersimize giren Dr. Gürcan Bozkır konuyla ilgili olarak, “Eğer Türk iseniz siz Ermeni soykırımcısısınız yabancıların ve özellikle de Batı’nın gözünde. Onun için bu konuyu çok iyi bilmelisiniz.” diyordu. Ama maalesef ülke ve halk olarak bu konuda çok iyi bir seviyede değiliz. Konuyla ilgili araştırmalar yapan insanlar dışında halk olarak, hele hele devlet olarak ancak 24 Nisan tarihinde, yabancı bir ülkede konuyla ilgili olan bir durum olduğunda veya içeriden birisi “Ermeni soykırımı oldu.” derse konu gündeme geliyor, birkaç gün sonra unutuluyor. Tutarlı bir politikamız ve yeterli bilgimiz yok maalesef. Girizgâh kısmını Türksolu Gazetesi’nin 266. sayısında (11-17 Ocak 2009) yer alan “Baskın Oran’ın Fransız Kızına Fransa’da Türk Muamelesi” başlıklı haberiyle kapatmak istiyorum: "Ermeni soykırımı olduğunu savunan Prof. Baskın Oran’ın Fransız vatandaşı kızı Sırma Oran Fransa’da Villeurbanne Belediye Meclisi seçimlerinde aday olmuş. Belediye Başkanı Jean-Paul Bret ilk önce Sırma Oran’dan Ermeni soykırımı konusundaki görüşlerini açıklamasını istemişti. Oran, böyle bir soykırımın olduğuna dair kuşku duymadığını söylemiş ve bu görüşünü Ermeni Cemaati temsilcisi huzurunda tekrarlamıştı. Bu kez Bret, Sırma Oran’ın Lyon’daki Ermeni soykırımı anıtı önünde saygı duruşunda bulunmasını şart koşmuştu. Ne kadar işbirlikçi de olsa bu kadarına dayanamayan Sırma Oran da ayrımcılık yapıldığı gerekçesiyle seçimlerde aday olmaktan vazgeçmiş ve Belediye Başkanı Jean-Paul Bret’ten davacı olmuştu.” (Ayrıntıları buradan okuyabilirsiniz.)

Ülkemizde Ermeni sorunu ile ilgili olarak birçok yayın yapılmakta, bunlardan birisi de Nurullah Ankut’a ait olan ve Derleniş Yayınları’ndan çıkan “Sevrci Soytarı Sahte Sol ve Ermeni Sorunu” isimli kitap. Kitap, Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) Genel Başkanı Nurullah Ankut’un, konuyla ilgili olarak, çeşitli zamanlarda yaptığı konuşmalarından ve Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesi’nden yayınlanan yazılarından derlenerek oluşturulmuş. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere Ermeni Soykırımı Sorunu’na değiniyor, bununla da kalmayıp ülke içinde ilgili soykırımı savunanları, özellikle sol kesimi eleştiriyor.

Nurullah Ankut, yaptığı çalışmalarda çeşitli belgelerden ve konuyla ilgili olarak yerli ve yabancı bilim adamlarının yaptığı bilimsel çalışmalardan faydalanıyor. Bu konuda özellikle yabancı çalışmalara daha fazla rağbet edildiğini görüyoruz. Ankut, belge babında Rus (gerek Bolşevik Devrimi öncesindeki Çarlık Rusyası, gerek SSCB, gerekse de günümüz Rusyası), Ermeni, İngiliz, Amerikan, Fransız, vb. arşivlerden faydalanıyor. Bu konuda, Dr. Mehmet Perinçek’in “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok” (Ovannes Kaçaznuni, Kaynak Yayınları) isimli kitaba yazdığı önsözdeki bir ifadesini akla getiriyor: “Hep arşivden söz ediyoruz ve Osmanlı arşivinden bahsediyoruz. İyi de neden Rus arşivlerinden söz etmiyoruz. Sonuçta arşivse konu, o da arşiv.”

Nurullah Ankut, eserinde, 19. yüzyılın sonlarında başlayan ve günümüze kadar devam eden bu sorunun emperyalizmin bir eseri olduğunu vurguluyor. 19. yüzyılın sonlarında emperyalizmin kışkırtmasıyla isyanlarla başlayan sorunun 20. yüzyılın başında değişik bir şekilde devam ettiğini, ardından ise günümüzde boyut değiştirerek devam ettiğini vurguluyor. Aslında olayın basit bir şekilde çözülebileceğini ancak emperyalizmin ise hep olayı kaşıyarak ve olaya karışarak içinden çıkılmaz bir hâle getirdiğini vurguluyor.

Nurullah Ankut, kitapta yer verdiği, özellikle yabancı, bilimsel çalışmalarda ise olayın gerçekliğini göz önüne seriyor. Bu çalışmalarda, Ermeni soykırımı tezini bilimsel düzleme oturtan (!) bilim adamlarının kendi içindeki tezatlarını, itiraflarını, karşıt çalışmaları, Ermenilerin yaptıklarını göz önüne seriyor. Ankut, kitabında, herkesin ilgili dönemde Türklerin 1.000.000 kayıp verdiğini kabul ettiğini, ancak Ermenilerin kayıplarının önce 200-300 binken ardından 600.000’e, sonrasında 1.000.000’a ve şimdi de 1.500.000’a çıkartıldığını, hâlbuki Osmanlı’daki Ermeni sayısının 1.500.000’u bile bulmadığını belirtiyor.

Emperyalizme karşı olduğunu vurgulayan ancak bu konuda emperyalizmle işbirliği içindeki sol kesimi de eleştirmekten geri durmuyor Nurullah Ankut. Ankut, kitabında tarihsel gerçekliklerle birlikte günümüzdeki siyasal durumu da değerlendirerek Hrant Dink’in öldürülmesi, Ermenilerin Hocalı’da yaptığı Ermeni soykırımı, ASALA terör örgütü, Ermenistan’ın kur(dur)ulması, ülkelerin meclislerinin soykırımı tanıması, hatta Fransa ve İsviçre’nin inkarı suç sayması, ABD meclisi ve başkanının her yıl 24 Nisan’daki şantajcı tutumu gibi güncel ve siyasal konulara da yer veriyor.

Yazar Nurullah Ankut “Ortada bir soykırım yok, eğer bir şey varsa o da karşılıklı çatışmadır.” diyor. Bu konuda ise Yazar Murat Yatağanbaba’nın bir sözü akla geliyor: “Ortada bir soykırım yok. Bununla birlikte, sen şu kadar öldürdün, ben bu kadar demek de gereksiz. Kavgada yumruk sayılmaz.” Emperyalizmle birlikte Ermeni kesimini, ülkemizin tutumunu, soykırımı savunan sözde sol kesimi de eleştirdiği kitabı okumanızı öneririm.

Son sözüm: Pasif tutumumuz devam ettiği müddetçe, Afrika’daki en ilkel kabile bile bizi soykırımcı ilan eder. Ayrıca son yıllarda Pontus ve Süryani soykırımları yaptığımız da gündeme getirilmeye çalışıldı. Pasif tutumumuz devam ederse yakında Kızılderilileri bile bizim katlettiğimiz söylenirse sakın şaşırmayalım.


13 Ocak 2010 Çarşamba

Selda Bağcan Dolaylı Olarak Grammy'ye Aday

2010 Grammy Ödüllerine en iyi rap albüm ve en iyi performans dallarında aday gösterilen Mos Def, Ecstatic adlı albümünde yer alan Supermagic adlı şarkısında, Selda Bağcan'ın 1976'da çıkardığı Türküola albümünde yer alan İnce İnce Bir Kar Yağar isimli türküsünü kullandı.

Daha önce dünyanın en iyi 80 sesinden birisi seçilen Selda Bağcan, bu türküyle tekrar dünya müzik gündemine oturdu. Bununla birlikte, Electronics Arts isimli oyun şirketinin Skate 2 adlı oyununda da ilgili şarkı, Mos Def'in yorumu ve düzenlemesiyle yer aldı.

Sözlerini Aşık Mahsuni Şerif'in yazdığı türkü, Youtube'taki -çoğunluğu yabancı dinleyicilere ait olan ve İngilizce olan- yorumlarda dinleyenlerin büyük beğenisini ve hayranlığını kazandı. Yazar Murat Yatağanbaba, şahsi sitesinde, bu türküyü kendine göre düzenleyen ve yorumlayan Mos Def'in Müslüman olduğunu belirtiyor ve ekliyor: "Şarkının başında “besmele”den sonra konuşan şahıs, herhalde “Martin Luther King” (Siyah Vatandaşlar’ın çok sevdiği ve 1968 de öldürülen Politikacı)… Sanatçı bildiğime göre Müslüman oldu ve bildiğime göre her albümün başında “besmele”yle başlıyor. Bu Rap Müziği dinleyenlerde tanınmış ve sevilen bir Sanatçı. Başarılı Rap Müziği yanında aynı zamanda da Sinema Oyuncusu. “Bruce Willis”, “Mark Wahlberg” ve “Halle Berry” gibi tanınmış oyunculara beraber film çevirdi."

Yazar Caspar Lewellyn Smith'in Türkiye'nin Joan Baez'i, İspanyol müzik araştırmacısı Vicente Fabuel'in de çöldeki vaha olarak tanımladığı Selda Bağcan'ın, dolaylı olarak da olsa aday olduğu Grammy ödül törenine katılmasını ve bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın gerekli desteği sağlamasını diliyor ve umuyoruz.

Kaynak: Hürriyet Gazetesi, Murat Yatağanbaba



3 Ocak 2010 Pazar

Kaçın!!! Recep İvedik 3 ve Kutsal Damacana 2 Geliyor...

Bir sinemasever olarak bugünlerde aldığım 2 kötü haber var, daha doğrusu 2 adet sinema filminin devamları çekiliyor. Herhangi bir sinematik özelliği ve katkısı olmayan filmlerden Recep İvedik 3. filmiyle, Kutsal Damacana ise 2. filmiyle 2010 yılında sinemada bizlerle (!) olacak.

Recep İvedik Serisi

Televizyonda, yaptığı “Dikkat Şahan Çıkabilir” isimli programı ve yaptığı tiplemeler/skeçlerle meşhur olan Şahan Gökbakar, bilindiği üzere 2008’de yaptığı Recep İvedik filmiyle seriye başlamıştı. Her ne kadar, ondan önce, 2005 yılında Gen filmiyle sinemaya başlasa da Recep İvedik filmi onun gerçek anlamda sinemaya başladığı film oldu ve ardından 2009’da Recep İvedik 2 filmi geldi.

Serinin ilk filminde (Recep İvedik, 2008), cüzdanını düşüren bir işadamına cüzdanı ulaştırmış ve karşılığında hediye olarak otelde kalırken çocukluk arkadaşıyla/aşkıyla karşılaşmıştı Recep İvedik. İkinci filmde (Recep İvedik 2, 2009) ise babaannesi, Recep’in yaşadığı düzensiz hayatı bırakarak iş-güç sahibi olmasını ister. Şimdi de serinin üçüncü filminde (Recep İvedik 3, 2010) Recep İvedik’in içine cin giriyor ama o gene de iyi bir insan olabilmek için mücadele ediyor.

Kutsal Damacana Serisi

“İner misin Çıkar mısın” isimli yarışmayla keşfedilen, ilk zamanlarda yan rollerdeyken nispeten güzel yapımlarda rol alan ama sonraları giderek kalitesiz yapımlarda rol almaya başlayan Şafak Sezer, Kutsal Damacana (2007) filminde ilk kez başrol oynamıştı. Constantine başta olmak üzere çeşitli filmleri ti’ye alan ve Eyşan Özhim ile BKM’den Ersin Korkut ve Büşra Pekin’in de rol aldığı filmde Şafak Sezer sahte bir papazı oynuyor ve şeytan çıkartıyordu. Serinin ikinci filmi olan Kutsal Damacana 2:İtmen’de ise kurt adam figürü ile dalga geçiliyor. İkinci filmde Şafak Sezer’e Mustafa Üstündağ, Ali Sürmeli, Aydemir Akbaş gibi isimler eşlik ediyor.

Tamamen Ticarî Sebepler

Başta da belirtildiği üzere, hiçbir sinema değeri, özelliği ve katkısı olmayan, skeçlerden hallice olan ama asla sinema filmi olmayan bu filmler, tamamen “halk istedi biz yaptık”, “ilk film çok izlendi, o yüzden devamı geliyor”, “DVD satışları ve internetten indirme oranı yüksek, o yüzden devamı çekiliyor” gibi sanatla ve sinemayla hiç ilgisi olmayan, tamamen maddiyata ve ticarete dayalı sebeplerle ve mantığıyla çekildi.

Şahsen, ben bu filmlere gitmeyi düşünmüyorum. Fragmanlarını da zaten hiç beğenmedim. Ha, beğenen olursa ve filme giden olursa ona da bir şey diyemem, zira kimsenin beğenisine laf etmek haddim değil... Merak edenler için filmlerin fragmanları aşağıdadır.

Not: Bu filmlerden, Recep İvedik 3 12 Şubat 2010, Kutsal Damacana 2:İtmen ise 22 Ocak 2010 tarihinde vizyonda.


sinema - fragman - kutsal damacana 2: kurtadam fragman | izlesene.com



sinema - fragman - recep ivedik 3 fragman | izlesene.com




2 Ocak 2010 Cumartesi

Osama (2003)

Bir rejim/ülke düşünün, kadın ya da kız olmanız yasak. Doğuştan mağlupsunuz. Tanrı sizi erkek yaratmadıysa siz suçlusunuz (!) ve bu suç size ait. Kadınsanız, çalışmanız yasak, yanınızda erkek olmadan dışarı çıkmanız yasak (erkek de ya kocanız olacak, ya babanız, ya kardeşiniz ya da oğlunuz, başka türlüsü yasak), erkeğinizin yanında konuşmanız yasak (konuşmanız zaten yasak ya neyse), hakkınızı aramanız yasak. Kadınsanız, türbanı hatta çarşafı geçtim, burka giymek zorundasınız, zira gözlerinizin bile görünmesi yasak, düğün yapmanız ve/veya eğlenmeniz yasak. Yaşınız fark etmiyor, 10 yaşındaki kız olsanız da 60’ında nine olsanız da. Kadınsanız değersizsiniz kısaca. Ha bu arada, eğer evinizde erkek yoksa, misal kocanız da kardeşiniz de babanız da öldü, oğlunuz da olmadı veya öldü, e o zaman evinizde oturup gebermeyi bekleyeceksiniz. Neden mi, çünkü erkeğiniz olmadığından evden dışarı adım atamasınız, çalışmanızsa zaten yasak... İşte böyle bir rejimi anlatıyor Osama filmi.

Tahmin edileceği üzere Osama filmi, Taliban rejimini, Taliban İslamını (sözde İslam ama İslam ile ilgisi yok, Yazar Murat Yatağanbaba'nın deyimiyle "yoğurt bulaşığı kadar bile bir alakası/benzerliği olmayan" bir İslam), Taliban dönemi Afganistanını ve Afgan kadınların çektiği sıkıntıyı anlatıyor. Yönetmen Siddiq Barmak, hikâyesini, 12 yaşındaki bir Afgan kızının ve ailesinin yaşadıkları üzerinden kurguluyor ve anlatıyor. Yönetmen film üzerinden adeta “Oh, kurtulduk senden Taliban” diyor.

Filmin Konusu

Filmin odağındaki 12 yaşındaki kız, annesi ve anneannesi ile yaşamaktadır. Annesi bir hastanede doktordur. Ancak Taliban hastaneyi kapatır. Bunun üzerine, hastanedeyken ilgilendiği, ağır hasta olan yaşlı bir adama evinde bakmaya başlar ama onun da yaşamı uzun sürmez. Böylece büsbütün işsiz kalır. Kadının kocası ve erkek kardeşi savaşta hayatlarını kaybeder. Kız-anne-anneanne üçlüsünden oluşan ailenin aç kalmaması için önlerinde tek bir çare vardır: Kızın erkek kılığına sokularak çalışması. Bunun için kızın saçları kesilir, ölen babasının elbiseleri ise ona uygun olacak şekilde kısaltılır, daraltılır. Öncesinde güzel bir kız olan genç kızı, artık erkek kılığında görüyoruz. (Kızımız gerçekten erkeğe benzetilmiş, yönetmeni ve ekibi tebrik etmek gerek.) Tanıdıkları bir sütçüde çalışmaya başlayan kızımız artık eve ekmek getirmektedir ama gerek Taliban askerleri tarafından fark edilme ve öldürülme gerekse de Taliban’ın kadınlara uyguladığı baskının etkisinden dolayı içinde bir korku vardır.

Kızımız artık bir erkektir. Erkeklerle beraber namaza gitmektedir (sıkıysa gitmesin!). Ardından ise Taliban tüm erkek çocuklarını İslami eğitim (!) vermek üzere toplar. Tabii katılım mecburidir ve ailelerden oğulları zorla kopartılır. Tabii sıkıysa gelmesin ve sıkıysa ailesi izin vermesin! Neyse, orada eğitim görürken arkadaşları onun kız olduğundan şüphelenmiştir, zira her şeyi erkeğe benzese de ses faktörü devreye girer. Onu önceden de tanıyan bir çocuk onun erkek olduğunu ve adının “Osama” olduğunu söyler. Ancak şüpheler ayyuka çıkınca, Talibanlar test yapar: Osama’nın ellerini bağlar ve onu kuyudan aşağı sarkıtır. Uzunca süre beklettikten sonra (işkenceden sonra) çekerler ve şeyh (artık nasıl anladıysa) karşıdan bakarak onun kız olduğunu anlar. Hemen doğru hapse tabii. Ardından cezası infaz edilecekken bir şeyh onunla evleneceğini söyler ve bağışlanır. Ama Osama için başka bir cezadır bu, 12’lik kızın neredeyse 70’lik adama eş olarak verilmesi. İstemez, ağlar ama nafile. Eve gelince, şeyhin hanımları kızımızı hazırlar istemeye istemeye çünkü Taliban’dan da şeyhten de nefret ederler, kızımıza acırlar. Ancak şeyhimiz Osama’yla gerdeğe girer. Ardından şeyhin bir keyif görüntüsü vardır ki “mutsuz son” kabilinden.

Ayrıntılar ve Ek Bilgiler

Filmde bazı ayrıntılar var ki insanı gerçekten çıldırtacak cinsten. Anneyi, baktığı adamın oğlu eve getirirken Talibanlar durdurunca eşi olduğunu söyler mecburen. Talibanlar bunu yer ama anneye (zaten mecburen kapalı olan anneye) ayaklarını da örtmesini söylerler. Neymiş, tahrik olan çıkabilirmiş. Bir düğün sahnesi var, sadece gelin ve kadınlar var, eğleniyorlar. Talibanlar evi basınca tefler saklanır, herkes burkaya bürünür ve ev matem evine döner, ev sahibi annesinin öldüğü yalanını söyler zira. Mesela bir ceza sahnesi vardır. Halk meydandadır. İlk suçlu, kamera ile çekim yapmıştır. Şeyh bakar kameraya ve idam hükmünü verir. İkinci suçlu ise yabancı bir kadındır ve Allah’a sözde küfretmiştir, hatta şahitler bile vardır. Cezası da taşlanarak ölümdür. Yalnız, bu esnada, halkın arasında iki kişinin konuşması dikkat çekicidir: “- Şahit nerede? – Allah bilir.” Dikkatimi çeken diğer bir husus da evlenen kadınların makyaj yapması oldu çünkü filmde sadece iki kişi makyajlı; ilk düğün sahnesindeki kadın ve evlendiği gün Osama, hatta Osama’nın makyajını şeyhin eşleri yapıyor.

Filmde kadınlar haklı olarak Taliban’dan, şeyhlerden nefret etmektedirler. Zaman zaman “neden kadın oldum”, “Allah benim belamı versin/vermiş”, “Allah canımı alsın” şeklinde serzenişler ve dualar işitmekteyiz.

Barmak’ın yönettiği Osama filmi, izlediğim ilk Afgan yapımı film (gerçi film salt Afgan yapımı değil, Afganistan-Japonya-Hollanda-İrlanda-İran ortak yapımı diye geçiyor ama olsun). Bununla birlikte Afganistan ve Afgan halkı ile ilgili izlediğim ilk film olma özelliğine de sahip film. Film aynı zamanda, kendi ülkesinde Taliban rejiminden sonraki ilk film olma özelliğini taşıyor çünkü Taliban zamanında kamera, sinema, vb. şeyler yasaktı.

Son olarak şunu belirtmek istiyorum ki yönetmen Siddiq Barmak iyi bir yönetim sergilemiş, yönetmenliğini beğendim ve hikâyesini iyi kurgulamış/anlatmış. Bununla birlikte filmin başrol oyuncusu Marina Golbahari (başta kendisi olmak üzere, anne rolündeki kadın ve diğer birçok oyuncu profesyonel oyuncu değil ve yönetmen tarafından Afgan sokaklarında rastgele keşfedilmiştir) iyi bir oyunculuk sergiliyor. İzlemenizi öneririm…


1 Ocak 2010 Cuma

Değişik Dil ve Lehçede "Yeni Yılınız Kutlu Olsun!"

Altay Türkçesi: Slerdi cangı cılla utkup turum!
Azerbaycan Türkçesi: Yeni iliniz mübarek olsun!
Başkırt Türkçesi: Hizzi yangı yıl menen kotlayım!
Çuvaş Türkçesi: Sene sul yaçepe salamlatap!
Füyu Kırgızcası: Naa cılıngar guttug bolsun!
Gagauz Türkçesi: Yeni yılınızı kutlerim!
Hakas Türkçesi: Naa çılnang alğıstapçam sirerni!
Karaçay-Malkar Türkçesi: Cangı cılığıznı alğışlayma!
Karakalpak Türkçesi: Canga cılıngız kuttı bolsın!
Karay/Karaim Türkçesi: Sizni yanhı yıl bıla kutleymın!
Kazak Türkçesi: Janga jılıngız kuttı bolsın! veya Janga jılıngız ben!
Kırım Türkçesi: Yangı ılıngız kaırlı (veya mubarek) olsun!
Kırgız Türkçesi: Cangı cılıngız kuttu bolsun!
Kumuk Türkçesi: Yangı yılıgız kutlu bolsun!
Nogay Türkçesi: Yanga yılıngız men!
Özbek Türkçesi: Yengi yılıngız mübarek bolsun!
Sarı Uygurca Türkçesi: Ak éy yahşi mo!
Şor Türkçesi: Naa çıl çakşı polzun!
Tatar Türkçesi: Sezne yanga yıl belen tebrik item!
Tuva Türkçesi: Caa çıl-bile bayır çedirip or men!
Türkiye Türkçesi: Yeni yılınız kutlu olsun!
Türkmen Türkçesi: Teze yılınızı gutlayaarın!
Irak Türkmenleri: Yengi iliyiz (iliwiz) mubarak olsun!
Uygur Türkçesi: Yengi yılıngızğa mübarek bolsun!
Yakut Türkçesi: Ehigini şanga sılınan eğerdeliibin!

Almanca: Gutes neues jahr
Hollandaca: Gelukkig nieuwjaar
Fransizca: Bonne anneé
Ingilizce: Happy new Year
Italyanca: Buon anno
Ispanyolca: Feliz año Nuevo

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...