21 Temmuz 2011 Perşembe

Sanatta Evrensellik-Yerellik Kavramları ve Kemanı Ağlatan Adam: Farid Farjad

Her daim söylenen bir söz vardır: Müzik evrenseldir. Aslına bakılırsa, sadece müzik değil, sinema, resim, tiyatro yani kısaca tüm kültürel ve sanatsal etkinlikler evrenseldir. Sanat evrenseldir. Sanat evrensel olmasına evrensel ama evrensellik özelliği gösteren sanat eserleri ya da evrensellik boyutuna ulaşmış sanatçılar aslında aynı zamanda yereldir de. Aslına bakılırsa, bu yerellik ve evrensellik kavramları iç içe geçmiştir, evrensel olma iddiasındaki bir eser/sanatçı önce yerel olmalı, yerel özellikler göstermelidir ama yerellik için de evrensel olmalı, evrensel özellikler içermelidir.

Tamam, biraz karışık oldu farkındayım... Şunu demek istiyorum, müzik için konuşursak, evrensel bir sanatçı olsanız da kendi kültürünüzün izlerini taşımalısınız, ayağınızı kendi kültürünüze sabitlemelisiniz, kendi kültürünüzün tınılarını kullanmalısınız; diğer taraftan yerelde olsanız da sanki evrensel bir eser ortaya koyuyormuşçasına çalışmalısınız, "pergel misali" bir ayağınızı yerele sabitlerken diğer ayağınızı evrenselde dolaştırmalısınız... Aslında yerellikle evrenselliği birleştirmek zor bir iş. Bu yüzden, bunu başarabilen çok az isim var, ki onlar da zaten bu yüzden gerçek sanatçı diye adlandırılıyorlar. Türkiye'de bunu başarabilen ve sanatçı diye adlandırabileceğimiz isim sayısı bir elin parmaklarını ancak geçebiliyor. Örnek verecek olursak Barış Manço, Selda Bağcan, Aynur Doğan, Erkin Koray, Orhan Gencebay, Fazıl Say, Güher-Sühel Pekinel kardeşler (piyano), Ömer Faruk Tekbilek (ney) gibi müzisyenlerimiz bu kategoriye giriyor. Mesela Barış Manço, yaptığı şarkılarında hem yerel hem de evrensel özellikler taşıyordu. Bir şarkısına bakıyorsunuz, adeta Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi halk ozanı kimliğine bürünüyor; başka bir şarkısına bakıyorsunuz, adeta bir ilahi havası, Yunus Emre havası seziyorsunuz; başka bir şarkısına bakıyorsunuz rock'n roll havası seziyorsunuz. Hepsi de Barış Manço eseri, Barış Manço şarkısı ama şarkıları hem yerele hitap ediyor hem de uluslararası bir kimliğe sahip, diğer deyişle ayağını bu topraklara basarak evrensele yöneliyor. Kendisi ait olduğu kültürün tınısını kullanırdı, sesini kullanırdı ama aynı zamanda bunu evrensele uydururdu, modernleştirirdi; ait olduğu kültürün enstrümanlarını kullanırdı ama aynı zamanda dünyadaki enstrümanları da takip ederdi, ki onun zamanında birçok enstrüman onun sayesinde Türkiye'ye gelmiştir yani Türkiye'ye ilk o getirmiştir. İşte bu yüzden, sadece Türkiye'de değil dünyada da çok sevilir, takip edilirdi.


Yerellik-evrensellik konusunda sadece müzikte değil, kuşkusuz resim, heykel, edebiyat gibi birçok alanda faaliyet gösteren ismimiz var. Ancak aynı şeyi sinema ve özellikle tiyatro için söyleyemeyeceğim. Bahsettiğim diğer türlerde, sanatçılar bireysel olarak bunu başardıkları gibi ilgili türlerin o yöne doğru evrilmesine katkıda bulunuyor, ilgili türler evrensellik özelliği gösteriyor, evrenselliğe, modernliğe doğru yol alıyor fakat sinema ve tiyatro maalesef öyle değil çünkü henüz evrensellikle yerelliği buluşturabilmiş, harmanlayabilmiş bir isim yok. Hakkını yemeyelim, aslında bu evrensellik-yerellik mevzusunda bunu başarabilecek eserler, sanatçılar var ama maalesef bunu başarabilen yok. Ancak her şeyden önce kabul etmek gerekir ki evrensel olmak dünyaya açılabilmekle mümkündür. Siz istediğiniz kadar "bu adam Hollywood'da olsa tüm dünya ona hayran olurdu" deyin, istediğiniz kadar "bu film Hollywood'da çekilseydi, dünyanın en iyi filmleri arasına girerdi" deyin, eğer dünyaya açılmıyorsanız, açılamıyorsanız, o beceriyi ve çapı gösteremeyiyorsanız, ne deseniz, ne yapsanız nafile. Kabul, Kemal Sunal, Şener Şen Hollywood'da olsaydı kuşkusuz gelmiş geçmiş en komik adamlar listesinin tepesine otururdu ama olmadı, açılamadılar, haliyle de evrensel kimliğe bürünemediler. Aslında sinema ve tiyatronun genel sorunu bu, açılamamak, evrenselleşememek, modernleşememek. Modernleşme çabasına girdiğinde ise yerelliğini inkar ediyor bu iki tür. Sinemaya baktığımızda, her ne kadar sinema denen şey dışarıdan ithal olsa da, bir yerelleşme çabası vardı. Özellikle 60'ların sonlarından başlamak üzere, 1970'ler ve 80'lerin ilk yarısında bir yerelleşme çabası vardı, yerel özellikler sinemaya yerleştirilmeye çalışılıyordu, ki bu dönem zaten Türk Sinemasının altın yılları, zirve yıllarıdır. Ancak arkadan gelen yıllarda sinema geriledi, yerellik reddedildi ve 90'ların ortalarında tekrar kıpırdamaya başlayan sinemamız 2000'lerde yükselişe geçti ama o yerelliği kaybettiğimiz, reddettiğimiz için maalesef bize uzak, bize soğuk geliyor ve bu yüzden yine evrenselleşemiyor. Bu arada hakkını yemeyelim, uluslararası alanda sinemamızın yüzakı olan Nuri Bilge Ceylan belki bir parça bu işi başardı, bu kategoride belki onun ismini yazabiliriz.

Tiyatroya geldiğimizde ise durum maalesef sinemadan da kötü. Türk Tiyatrosunun temeli esasen Osmanlı zamanında atıldı. Yerellik sinemadan daha önce başladı ve daha da kökleşmiş bir vaziyetteydi. Ancak tiyatro kendisini moderleştirmek uğruna, köklerinin, temelinin dayandığı orta oyunu, meddahlık, Karagöz-Hacivat geleneğini dışladığı için evrenselleşemiyor.

Doğu-Batı Sentezi

İş yerellik-evrensellik mevzusundan çıkıp, bir üst tabaka olan Doğu Kültürü-Batı Kültürü şeklinde ayrışma meydana geldiğinde işler aslında biraz daha zorlaşıyor. Doğu mistiktir, duydusaldır, derindir; Batı ise realisttir, maddiyatçıdır, yüzeyseldir. Doğu ruha, duyguya sahiptir, Batı ise akla. Bu minvalde Doğu ile Batı'nın yani mistisizm ile realitenin, duygu ile aklın buluşması biraz zordur. Bu yüzden bu buluşma nadir gerçekleşir... Aslına bakılırsa bu buluşmayı gerçekleştirenler genelde Doğu Kültürü'nden gelenlerdir. Geldikleri, köklerinin ait olduğu Doğu Kültürü ile Batı Kültürü'nü birleştirmekte Batı'dakilere göre daha ustadırlar. Batı ise aslında bunu umursamaz çünkü hem Doğu onlara göre geridir hem de maddiyatın hâkim olduğu bir kültürün maneviyatı anlaması beklenemez, zordur.


Doğu-Batı sentezini gerçekleştirebilen isimlerden sadece iki örnek vereceğim. Birincisi, ülkemizde de sevilen ve geniş bir hayran kitlesi bulunan yazar Amin Maalouf'tur. Kendisi aslen Lübnanlıdır ancak 1975'te çıkan iç savaş üzerine Paris'e taşınmış ve halen orada yaşamaktadır... Kendisi kitaplarında Doğu Kültürüne ağırlık vermekte ancak bunu Batı ile birleştirebilmektedir. Hem geldiği kökleri iyi bildiği, tanıdığı için Doğu'yu ustalıkla yazmakta hem de Batı'da yaşadığı, burayı da iyi gözlemleyebildiği için Batı ile birleştirebilmektedir.

Kemanı Ağlatan Adam: Farid Farjad

İkinci isim ise Farid Farjad... Türkçe olarak Ferid Feryat (ya da Ferced diye de geçmekte) isimli sanatçı, usta bir keman sanatçısı olup, dünyanın en iyi keman virtüözleri arasında geçmekte ve "Kemanı Ağlatan Adam" olarak bilinir... Farid Farjad, aslen İranlı'dır. (Bir yerde kökeninin aslen Azeri olduğunu ve İran toprakları içerisinde yer alan Cenubî (Güney) Azerbaycan'dan olduğunu okumuştum ama bunu destekler nitelikte bir bilgiye başka yerde rastlamadım.) 1979'da İran İslam Devrimi öncesinde İran'dan ayrılarak Amerika'ya yerleşmiş ve Amerikan vatandaşlığına geçmiştir. İran'daki mollalar ise devrimden sonra müziği "haram" ilân ettikleri ve yasakladıkları için birçok Fars sanatçı gibi o da ülkesine girememektedir. Bu yüzden, Türkiye'ye çok sık gelmekte, Türkiye'yi çok sevmektedir. Türkiye'ye sevgisinin sebebi olarak Türkiye'de gördüğü ilgi ve sahiplenmedir. Hatta Türkiye'yi İran'a çok benzettiği ve burda ülkesinin kokusunu duyduğu için sevdiğini de belirtmiş ve Türkiye'ye sevgisinden dolayı Türk vatandaşı olmak istediğini belirtmiştir.



Farid Farjad adını aslında çok uzun zaman önce duymuştum ama aslında önem vermemiştim. Ne zaman ki kemana ilgi duydum, keman favori enstrümanım oldu, o zaman Farid Farjad ismini tam anlamıyla öğrendim... 

Farid Farjad, Doğu ile Batı sentezini ender yapanlardan ama harika bir şekilde yapan bir sanatçıdır. Eserlerinde Doğu'nun hüznünü, mistisizmini Batı'nın aklıyla birleştirerek enfes eserler ortaya koyar. Eserlerinde Batılı enstrümanlar olan keman ve piyanoyu kullanır (Kendisine piyano ile Abdi Yamini ya da eşi Mitra Tavakkoli Farjad eşlik eder.) ama müziği Doğuludur, buralıdır; acıların, kanların, hüzünlerin, trajedilerin iç içe geçtiği Ortadoğuludur...

Aslında keman, temelinde hüznü barındıran bir enstrümandır (hatta eskiden keman sanatçıları, kemanın bu özelliğinden, kemanın hüzünlü sesinden dolayı vereme yakalanırlarmış) ve usta bir müzisyenin elindeyse sizin içinizi yakar, ağlatır hatta. Bu yüzden, Farid Farjad'ın eserlerinde her daim bir hüzün, bir acı vardır ve Farid ustanın elinde resmen insanın içini sızlatır, içine işler, zihinde derin düşüncelere yöneltir ve uzaklara götürür... Mesela Golha'yı dinlerken o hasret duygusunu net bir şekilde hissedersiniz; Robabeh Jan'da hüzün, coşkuyla birleşir; Taghtam Deh'te, Golah Pamchal'da hüznü ve acıyı, aynı zamanda da aşkı hissedersiniz, keman resmen ağlar. Dejad Gity, Sangeh Khara gibi eserleri de ustanın önemli eserleridir... Bunun dışında ustanın kemanından Sarı Gelin, Fikrimin İnce Gülü, Domdom Kurşunu gibi bize ait türküleri de dinlemek gerek...

Kim bilir, belki de geldiği topraklardan, ülkesinden ayrı düştüğü, ülkesine hasret kaldığı için bu kadar hüzün doludur Farid Farjad ve belki de bu yüzden 70'li yaşlarını yaşayan bu müzik dâhisinin kemanı ağlamaktadır... Bunu düşününce, umarım bizim Cihat Aşkın, Suna Kan, Fazıl Say, Bülent Ortaçgil, Ömer Faruk Tekbilek ve nice değerli sanatçımızın kemanları, neyleri, bağlamaları, piyanoları yani kısaca sanatçılarımızın enstrümanları ağlamaz, ağlamak zorunda kalmaz...

Not: Aslında bu yazıyı yazarken düşüncem Farid Farjad hakkında yazmaktı. Ancak giriş kısmı, düşündüğümden uzun olduğu ve farklı yönlere kaydığı için yazı, başta düşündüğümden çok farklı oldu.
Not 2: Ustanın bazı parçalarını aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Golha

Robabeh Jan

Taghtam Deh

Goleh Pamchal


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...