8 Ağustos 2011 Pazartesi

The African Queen (1951)

Sinema tarihine baktığımızda, özellikle 1950-60’lı yıllara kadar olan ve adından bir parça söz ettirmiş, ses getirmiş filmler birer “klasik” olarak adlandırılıyor. Bu “klasik” filmlerin aslında Hollywood yapımı olduğunu ve ağırlıklı olarak da siyah-beyaz filmler olduğunu söylememe gerek yok sanırım... Tamam, o dönemde yapılan ve gerçekten birer klasik, şaheser sayılan filmler, hatta benim de çok sevdiğim, hayranı olduğum filmler mevcut ama hepsini bu kategoriye almak, kaliteli filmlere haksızlık olur kanaatindeyim.


Filmin Konusu

Yukarıdaki bahsettiğim “klasik” adı verilen filmlere örnek olarak vereceğim bir film 1951 yapımı The African Queen ya da Türkçesi ile Afrika Kraliçesi filmi. Filmin konusunu kısaca şu şekilde verebiliriz: “Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Alman ordusu Kongo’yu işgal eder. İşgal sırasında ağabeyi ölünce Rose Sayer, alkolik bir maceraperestin teknesiyle güvenli bir ülkeye kaçmayı dener. Nehir boyunca onları sadece tropikal tehlikeler ve düşman askerleri değil, sürpriz bir aşk da beklemektedir.” (Beyazperde)

Filmin başrol oyuncularına baktığımızda Katharine Hepburn ve Humphrey Bogart gibi iki dev ismi görüyoruz. Katharine Hepburn, Metodist Kilisesi’ne bağlı olarak Kongo’da misyonerlik faaliyetini yürüten Rosa Sayer isimli bir misyoner olarak karşımıza çıkarken, Humphrey Bogart ise yine Kongo’da yaşayan Charlie Allnut adında alkolik bir tekneciyi canlandırıyor. Eğer Humphrey Bogart’ı, benim gibi ilk olarak Casablanca (1942) filminde izlediyseniz, bu filmde gördüğünüz manzara karşısında şaşırmamanız olanaksız. Casablanca’da zengin, varlıklı, asil ve karizmatik bir adam olarak gördüğümüz Humphrey Bogart, The African Queen’de ise sakallı, alkolik ve serseri bir adam olarak karşımıza çıkıyor.


The African Queen’e geri dönecek olursak, film Metodist Kilisesi’nde yapılan ve rahip ile kız kardeşi dışında katılanların hepsinin Afrikalı zenci olduğu bir sahne ile başlıyor. Ağır aksak ilerleyen filmin gidişatı Almanların, ilgili köyü basmasıyla değişiyor. Rahip ağabey ölünce de kız kardeş Rosa Sayer ile misyoner kardeşlerin yakından tanıdığı tekneci Charlie Allnut kaçma planları yapıyor... Akla hemen şu soru gelebilir: Almanların Kongo’da ne işi var? Bu soruya karşılık olarak da şu soru sorulabilir: Peki, İngilizlerin orada ne işi var? Şunu eklemek gerek; filmde yer alan rahip, kız kardeşi ve tekneci İngiliz. Bunu filmde defalarca vurguluyorlar, tekneye İngiliz bayrağı çekiyorlar, ki zaten filmin kaçış anından sonraki gidişat İngiliz olmaları üzerine kurulu.


Filmin Ayrıntıları

“The African Queen” ya da Türkçesi ile “Afrika Kraliçesi” ismi (Afrikalı Kraliçe de denilebilir) Charlie Allnut’un teknesinin ismidir. Filme adını veren bu tekne önemlidir çünkü tekne patlayıcı jelatin, oksijen ve hidrojen tüpleri ile dolu. Bunların Almanların eline geçmesini istemiyorlar, çünkü bunlar ile torpiller hazırlanabilir ve gemiler batırılabilir.

Filme baktığımızda, çok net ifade edilmese de bir İngiliz propagandası ve Alman düşmanlığı, karşıtlığı yapılıyor, zaman zaman Almanlar küçük görülüyor, onlarla dalga geçiliyor. Aslında filmin konusuna ve yapım yılına baktığımızda bunun, net olmasa da, bir kara propaganda olduğunu ifade edebiliriz, zira filmin konusuna baktığımızda film 1. Dünya Savaşı zamanında geçiyor, filmin yapım yılına baktığımızda ise filmin 1951’de yani 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yapıldığını görüyoruz. Her iki dünya savaşına baktığımızda İngilizler ile Almanların karşı cephelerde, düşman olarak savaştığını görüyoruz. Bu sebeple, filmde Alman karşıtlığı ve İngiliz propagandasının yapıldığını belirtebiliriz. Buna ek olarak, yine net olarak ortaya konmasa da, Katharine Hepburn’ün canlandırdığı Rosa Sayer ve ağabeyi üzerinden de Hıristiyanlık propagandası yapıldığını, ayrıca İngilizlerin Afrika’da masumane bir şekilde, tamamen dini amaçla yer aldığını ama Almanların gelerek bu durumu bozduğunun da propagandası yapılıyor. Yani, kısaca ifade etmek gerekirse İngilizler iyi çocuk, Almanlar kötü çocuk olarak gösteriliyor filmde.

Filme baktığımızda film neredeyse tamamen Rosa Sayer ile Charlie Allnut’un teknedeki kaçışları ile geçiyor, yani filmin neredeyse tamamı teknede geçiyor. Film, Katharine Hepburn ile Humphrey Bogart üzerine kurulu diyemiyorum, çünkü neredeyse filmin tamamında bu 2 isim var, diğer deyişle bu ikisinden başka kimse yok. Bir rahip ağabey karakteri var ama o da filmin başında ölüyor. Onun dışında filmin neredeyse, başında ve sonunda, toplam 20 dakikası dışında bu ikili dışında kimse yok, olanlar da figürasyon kabilinden yer alıyorlar. Filmin neredeyse tamamı teknede geçtiğinden ve filmde neredeyse pek bir aksiyon veya olay olmadığından filme tam giremiyorsunuz, hatta zaman zaman filmin konusunu unutabiliyor ve filmden uzaklaşabiliyorsunuz.


Teknik açıdan filme baktığımızda, filmin orijinali aslında siyah-beyaz ama film, bazı eski filmler gibi, sonradan renklendirilmiş. Bunun dışında ise bazı sahneler, doğal ortamda çekilmediği ya da çekilemediği için stüdyoda çekilmiş, ki bu sahneleri net bir şekilde görebiliyorsunuz. Film, Afrika’da doğal ortamda çekilmiş. Böylece filmde, filmin dili olan İngilizce dışında Almanca ve hatta Afrika’nın en büyük dili olan Swahili dilini de işitmek mümkün.

Peki, filmin hiç mi güzel tarafı yok? Eğer filmin tamamı kötü dersek veya filmde hiç güzel şey yok dersek filme haksızlık etmiş oluruz. Her şeyden önce, filmin oyuncuları gerçekten kaliteli, her ikisi de sinema tarihinin en iyi oyuncularından. Her iki oyuncu da rollerini çok iyi yansıtmış, hatta Humphrey Bogart bu rolüyle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar almış. Bununla birlikte yönetmenlik de kaliteli. Filmin yönetmeni John Huston, stüdyoda çekilen sahneleri filme iyi bir şekilde montajlamış, stüdyoda çekilen sahneleri fark edebiliyorsunuz ama bu sizi rahatsız etmiyor. Asıl yönetmenlik başarısı ise filmin doğal ortamda çekilmiş görüntüleri. Filmin görüntüleri, çekimleri başarılı, doğayı iyi yansıtmış. Film adeta bir doğa belgeseli gibi, hatta öyle ki yönetmen zaman zaman izleyiciyi doğa ile baş başa bırakıyor ve izleyende sanki bir doğa belgeseli izliyormuş havası bırakıyor.


Filmin türü savaş, macera ve romantik olarak geçiyor. Hâlbuki filmde ne macera var ne de savaş var. Buna ek olarak filmde aşk figürü olduğu belirtiliyor hem tür hem de konu kısmında. Tamam, ortada aşk var ama bu aşka, belli bir süre bir arada bulunan bir kadınla bir erkeğin aşkı, alışkanlık diyebiliriz aslında. Herhangi bir çifti, bir süreliğine bir yere kapatsak, kuşkusuz olarak bir alışkanlık, bağlanma ve aşk oluşur. Buradaki aşk da öyle, yani öyle aman aman bir aşk değil.


Filmle ilgili olarak, bu film, bir “klasik” olarak geçmekte ve hatta beyazperde.com sitesinde filmle ilgili yapılan bir yorumda “her sinemaseverin ölmeden evvel görmesi gereken bir başyapıt” olarak ifade ediliyor. Şunu söyleyebilirim ki, filmi bu bilgi ve yorumlarla izlemeye başladığınızda büyük beklentilere girmeniz ve sonucunda büyük bir hayal kırıklığına uğramanız mümkün çünkü film o kadar da abartıldığı gibi bir film değil, bu filmi izleyecekseniz öyle büyük beklentilere kapılmayın...


4 yorum:

  1. Bu filmi izleyip John Huston hakkında kötü bir izlenim edindikten sonra The Treasure of the Sierra Madre izlenirse o hisler dengelenir zannederim. Bence gerçek klasik bu filmdir.

    YanıtlaSil
  2. Filmin adını ilk defa duyuyorum. Araştırayım, bulabilirsem izleyeyim...

    YanıtlaSil
  3. Hakkında şöyle bir yazım var, filmi izledikten sonra okuyabilirsin:

    http://estarabi.blogspot.com/2010/01/treasure-of-sierra-madra-1948.html

    YanıtlaSil

ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...