21 Temmuz 2011 Perşembe

Sanatta Evrensellik-Yerellik Kavramları ve Kemanı Ağlatan Adam: Farid Farjad

Her daim söylenen bir söz vardır: Müzik evrenseldir. Aslına bakılırsa, sadece müzik değil, sinema, resim, tiyatro yani kısaca tüm kültürel ve sanatsal etkinlikler evrenseldir. Sanat evrenseldir. Sanat evrensel olmasına evrensel ama evrensellik özelliği gösteren sanat eserleri ya da evrensellik boyutuna ulaşmış sanatçılar aslında aynı zamanda yereldir de. Aslına bakılırsa, bu yerellik ve evrensellik kavramları iç içe geçmiştir, evrensel olma iddiasındaki bir eser/sanatçı önce yerel olmalı, yerel özellikler göstermelidir ama yerellik için de evrensel olmalı, evrensel özellikler içermelidir.

Tamam, biraz karışık oldu farkındayım... Şunu demek istiyorum, müzik için konuşursak, evrensel bir sanatçı olsanız da kendi kültürünüzün izlerini taşımalısınız, ayağınızı kendi kültürünüze sabitlemelisiniz, kendi kültürünüzün tınılarını kullanmalısınız; diğer taraftan yerelde olsanız da sanki evrensel bir eser ortaya koyuyormuşçasına çalışmalısınız, "pergel misali" bir ayağınızı yerele sabitlerken diğer ayağınızı evrenselde dolaştırmalısınız... Aslında yerellikle evrenselliği birleştirmek zor bir iş. Bu yüzden, bunu başarabilen çok az isim var, ki onlar da zaten bu yüzden gerçek sanatçı diye adlandırılıyorlar. Türkiye'de bunu başarabilen ve sanatçı diye adlandırabileceğimiz isim sayısı bir elin parmaklarını ancak geçebiliyor. Örnek verecek olursak Barış Manço, Selda Bağcan, Aynur Doğan, Erkin Koray, Orhan Gencebay, Fazıl Say, Güher-Sühel Pekinel kardeşler (piyano), Ömer Faruk Tekbilek (ney) gibi müzisyenlerimiz bu kategoriye giriyor. Mesela Barış Manço, yaptığı şarkılarında hem yerel hem de evrensel özellikler taşıyordu. Bir şarkısına bakıyorsunuz, adeta Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi halk ozanı kimliğine bürünüyor; başka bir şarkısına bakıyorsunuz, adeta bir ilahi havası, Yunus Emre havası seziyorsunuz; başka bir şarkısına bakıyorsunuz rock'n roll havası seziyorsunuz. Hepsi de Barış Manço eseri, Barış Manço şarkısı ama şarkıları hem yerele hitap ediyor hem de uluslararası bir kimliğe sahip, diğer deyişle ayağını bu topraklara basarak evrensele yöneliyor. Kendisi ait olduğu kültürün tınısını kullanırdı, sesini kullanırdı ama aynı zamanda bunu evrensele uydururdu, modernleştirirdi; ait olduğu kültürün enstrümanlarını kullanırdı ama aynı zamanda dünyadaki enstrümanları da takip ederdi, ki onun zamanında birçok enstrüman onun sayesinde Türkiye'ye gelmiştir yani Türkiye'ye ilk o getirmiştir. İşte bu yüzden, sadece Türkiye'de değil dünyada da çok sevilir, takip edilirdi.


Yerellik-evrensellik konusunda sadece müzikte değil, kuşkusuz resim, heykel, edebiyat gibi birçok alanda faaliyet gösteren ismimiz var. Ancak aynı şeyi sinema ve özellikle tiyatro için söyleyemeyeceğim. Bahsettiğim diğer türlerde, sanatçılar bireysel olarak bunu başardıkları gibi ilgili türlerin o yöne doğru evrilmesine katkıda bulunuyor, ilgili türler evrensellik özelliği gösteriyor, evrenselliğe, modernliğe doğru yol alıyor fakat sinema ve tiyatro maalesef öyle değil çünkü henüz evrensellikle yerelliği buluşturabilmiş, harmanlayabilmiş bir isim yok. Hakkını yemeyelim, aslında bu evrensellik-yerellik mevzusunda bunu başarabilecek eserler, sanatçılar var ama maalesef bunu başarabilen yok. Ancak her şeyden önce kabul etmek gerekir ki evrensel olmak dünyaya açılabilmekle mümkündür. Siz istediğiniz kadar "bu adam Hollywood'da olsa tüm dünya ona hayran olurdu" deyin, istediğiniz kadar "bu film Hollywood'da çekilseydi, dünyanın en iyi filmleri arasına girerdi" deyin, eğer dünyaya açılmıyorsanız, açılamıyorsanız, o beceriyi ve çapı gösteremeyiyorsanız, ne deseniz, ne yapsanız nafile. Kabul, Kemal Sunal, Şener Şen Hollywood'da olsaydı kuşkusuz gelmiş geçmiş en komik adamlar listesinin tepesine otururdu ama olmadı, açılamadılar, haliyle de evrensel kimliğe bürünemediler. Aslında sinema ve tiyatronun genel sorunu bu, açılamamak, evrenselleşememek, modernleşememek. Modernleşme çabasına girdiğinde ise yerelliğini inkar ediyor bu iki tür. Sinemaya baktığımızda, her ne kadar sinema denen şey dışarıdan ithal olsa da, bir yerelleşme çabası vardı. Özellikle 60'ların sonlarından başlamak üzere, 1970'ler ve 80'lerin ilk yarısında bir yerelleşme çabası vardı, yerel özellikler sinemaya yerleştirilmeye çalışılıyordu, ki bu dönem zaten Türk Sinemasının altın yılları, zirve yıllarıdır. Ancak arkadan gelen yıllarda sinema geriledi, yerellik reddedildi ve 90'ların ortalarında tekrar kıpırdamaya başlayan sinemamız 2000'lerde yükselişe geçti ama o yerelliği kaybettiğimiz, reddettiğimiz için maalesef bize uzak, bize soğuk geliyor ve bu yüzden yine evrenselleşemiyor. Bu arada hakkını yemeyelim, uluslararası alanda sinemamızın yüzakı olan Nuri Bilge Ceylan belki bir parça bu işi başardı, bu kategoride belki onun ismini yazabiliriz.

Tiyatroya geldiğimizde ise durum maalesef sinemadan da kötü. Türk Tiyatrosunun temeli esasen Osmanlı zamanında atıldı. Yerellik sinemadan daha önce başladı ve daha da kökleşmiş bir vaziyetteydi. Ancak tiyatro kendisini moderleştirmek uğruna, köklerinin, temelinin dayandığı orta oyunu, meddahlık, Karagöz-Hacivat geleneğini dışladığı için evrenselleşemiyor.

Doğu-Batı Sentezi

İş yerellik-evrensellik mevzusundan çıkıp, bir üst tabaka olan Doğu Kültürü-Batı Kültürü şeklinde ayrışma meydana geldiğinde işler aslında biraz daha zorlaşıyor. Doğu mistiktir, duydusaldır, derindir; Batı ise realisttir, maddiyatçıdır, yüzeyseldir. Doğu ruha, duyguya sahiptir, Batı ise akla. Bu minvalde Doğu ile Batı'nın yani mistisizm ile realitenin, duygu ile aklın buluşması biraz zordur. Bu yüzden bu buluşma nadir gerçekleşir... Aslına bakılırsa bu buluşmayı gerçekleştirenler genelde Doğu Kültürü'nden gelenlerdir. Geldikleri, köklerinin ait olduğu Doğu Kültürü ile Batı Kültürü'nü birleştirmekte Batı'dakilere göre daha ustadırlar. Batı ise aslında bunu umursamaz çünkü hem Doğu onlara göre geridir hem de maddiyatın hâkim olduğu bir kültürün maneviyatı anlaması beklenemez, zordur.


Doğu-Batı sentezini gerçekleştirebilen isimlerden sadece iki örnek vereceğim. Birincisi, ülkemizde de sevilen ve geniş bir hayran kitlesi bulunan yazar Amin Maalouf'tur. Kendisi aslen Lübnanlıdır ancak 1975'te çıkan iç savaş üzerine Paris'e taşınmış ve halen orada yaşamaktadır... Kendisi kitaplarında Doğu Kültürüne ağırlık vermekte ancak bunu Batı ile birleştirebilmektedir. Hem geldiği kökleri iyi bildiği, tanıdığı için Doğu'yu ustalıkla yazmakta hem de Batı'da yaşadığı, burayı da iyi gözlemleyebildiği için Batı ile birleştirebilmektedir.

Kemanı Ağlatan Adam: Farid Farjad

İkinci isim ise Farid Farjad... Türkçe olarak Ferid Feryat (ya da Ferced diye de geçmekte) isimli sanatçı, usta bir keman sanatçısı olup, dünyanın en iyi keman virtüözleri arasında geçmekte ve "Kemanı Ağlatan Adam" olarak bilinir... Farid Farjad, aslen İranlı'dır. (Bir yerde kökeninin aslen Azeri olduğunu ve İran toprakları içerisinde yer alan Cenubî (Güney) Azerbaycan'dan olduğunu okumuştum ama bunu destekler nitelikte bir bilgiye başka yerde rastlamadım.) 1979'da İran İslam Devrimi öncesinde İran'dan ayrılarak Amerika'ya yerleşmiş ve Amerikan vatandaşlığına geçmiştir. İran'daki mollalar ise devrimden sonra müziği "haram" ilân ettikleri ve yasakladıkları için birçok Fars sanatçı gibi o da ülkesine girememektedir. Bu yüzden, Türkiye'ye çok sık gelmekte, Türkiye'yi çok sevmektedir. Türkiye'ye sevgisinin sebebi olarak Türkiye'de gördüğü ilgi ve sahiplenmedir. Hatta Türkiye'yi İran'a çok benzettiği ve burda ülkesinin kokusunu duyduğu için sevdiğini de belirtmiş ve Türkiye'ye sevgisinden dolayı Türk vatandaşı olmak istediğini belirtmiştir.



Farid Farjad adını aslında çok uzun zaman önce duymuştum ama aslında önem vermemiştim. Ne zaman ki kemana ilgi duydum, keman favori enstrümanım oldu, o zaman Farid Farjad ismini tam anlamıyla öğrendim... 

Farid Farjad, Doğu ile Batı sentezini ender yapanlardan ama harika bir şekilde yapan bir sanatçıdır. Eserlerinde Doğu'nun hüznünü, mistisizmini Batı'nın aklıyla birleştirerek enfes eserler ortaya koyar. Eserlerinde Batılı enstrümanlar olan keman ve piyanoyu kullanır (Kendisine piyano ile Abdi Yamini ya da eşi Mitra Tavakkoli Farjad eşlik eder.) ama müziği Doğuludur, buralıdır; acıların, kanların, hüzünlerin, trajedilerin iç içe geçtiği Ortadoğuludur...

Aslında keman, temelinde hüznü barındıran bir enstrümandır (hatta eskiden keman sanatçıları, kemanın bu özelliğinden, kemanın hüzünlü sesinden dolayı vereme yakalanırlarmış) ve usta bir müzisyenin elindeyse sizin içinizi yakar, ağlatır hatta. Bu yüzden, Farid Farjad'ın eserlerinde her daim bir hüzün, bir acı vardır ve Farid ustanın elinde resmen insanın içini sızlatır, içine işler, zihinde derin düşüncelere yöneltir ve uzaklara götürür... Mesela Golha'yı dinlerken o hasret duygusunu net bir şekilde hissedersiniz; Robabeh Jan'da hüzün, coşkuyla birleşir; Taghtam Deh'te, Golah Pamchal'da hüznü ve acıyı, aynı zamanda da aşkı hissedersiniz, keman resmen ağlar. Dejad Gity, Sangeh Khara gibi eserleri de ustanın önemli eserleridir... Bunun dışında ustanın kemanından Sarı Gelin, Fikrimin İnce Gülü, Domdom Kurşunu gibi bize ait türküleri de dinlemek gerek...

Kim bilir, belki de geldiği topraklardan, ülkesinden ayrı düştüğü, ülkesine hasret kaldığı için bu kadar hüzün doludur Farid Farjad ve belki de bu yüzden 70'li yaşlarını yaşayan bu müzik dâhisinin kemanı ağlamaktadır... Bunu düşününce, umarım bizim Cihat Aşkın, Suna Kan, Fazıl Say, Bülent Ortaçgil, Ömer Faruk Tekbilek ve nice değerli sanatçımızın kemanları, neyleri, bağlamaları, piyanoları yani kısaca sanatçılarımızın enstrümanları ağlamaz, ağlamak zorunda kalmaz...

Not: Aslında bu yazıyı yazarken düşüncem Farid Farjad hakkında yazmaktı. Ancak giriş kısmı, düşündüğümden uzun olduğu ve farklı yönlere kaydığı için yazı, başta düşündüğümden çok farklı oldu.
Not 2: Ustanın bazı parçalarını aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Golha

Robabeh Jan

Taghtam Deh

Goleh Pamchal


12 Temmuz 2011 Salı

Chaos Theory (2007)

Yazının sonunda ya da ortalarında bahsedeceğim şeyi yazının başında belirteyim: Chaos Theory (Kaos Teorisi, 2007) filminin ismine bakıp da filmin felsefi ve ağır bir film olduğunu düşünmeyin. Film, adının tersine, hafiften komedi, romantik ve dramatik bir film. Filmin ilk yarısı hafiften romantik ve komedi unsurları içerirken, filmin ikinci yarısı dramatik unsurlar içeriyor. Beyazperde.com sitesi ise filmin türünü “dramatik komedi” olarak vermiş. Zaten filmin başrolüne baktığımızda Ryan Reynolds ismini görüyoruz, ki sinemaseverlerin bileceği bir şekilde kendisi romantik komedi filmlerinin oyuncusudur.


Filmin Konusu

Filmin analizine geçmeden önce beyazperdeden filmin konusunu aktaralım: “Frank Allen ile tanışın. O bir verimlilik uzmanı - ve dünyada zamanını en 'verimli' kullanan insanlardan biri. Her şey listeli ve planlıdır hayatında planlamadığı bir tek dakikası bile yoktur. Taa ki bir gün bir randevusuna 10 dakika gecikene kadar... Bu gecikme onu hayallerinin de ötesinde bir kaosa sürükleyecektir; kendini önce seksi bir bayanla yatakta, ardından hiç tanımadığı hamile bir bayanla doğumhanede bulur. Eşi aslında çok masum olan açıklamalarından hiçbirisine inanmaz.”

Konu kısmında da verildiği üzere, filmin başrol oyuncusu Ryan Reynolds, Frank Allen adında bir uzmanı canlandırmaktadır. Frank Allen bir verimlilik uzmanıdır ve zamanı yönetmek, zamanı verimli kullanmak konusunda konferanslar vermektedir. Kendi kişisel hayatında ise bu anlattıklarını iyi bir şekilde uygulamaktadır. Kendisi son derece dakiktir, zamanını iyi bir şekilde ayarlar ve verimli kullanır. Frank Allen’in bunu yapmasında veya yapabilmesindeki en önemli nokta, diğer bir deyişle Frank Allen’in en büyük huyu, yapacağı işleri önce yazıya dökmesi ve listelemesi, ardından ise uygulamaya geçmesidir. Böylece, kendisi hem yapacağı şeyleri unutmuyor, hem de zamanını verimli kullanıyor. Üstelik listeye yazdığı her şeyi ise yapıyor. Frank Allen’in bir diğer özelliği de seçim yapmak zorunda kaldığı durumlarda kartlarını kullanması. Her bir karta, seçim yapmak zorunda olduğu şeyleri, yani seçeneklerini yazıyor ve bu kartlardan rastgele birini seçiyor. Çıkan sonucu ise uyguluyor.


Dışarıda, hayatın her alanında kaosun olduğunu vurgulayan, şansa inanmayan, zamanla insanın arasındaki ilişkiyi “efendi-köle ilişkisine” benzeten ve bunun için zamanı iyi kullanmak gerektiğini vurgulayan bir kişidir Frank Allen. Bu hususta, konferansında şöyle bir konuşma yapar: “Sakın unutmayın, dışarıda kaos var. Kaosu, kontrolü ele geçirerek, öncelik belirleyerek yeneriz. Hayat, hevesler üzerine kurulamaz. Heveslerini kontrol edemeyenler heveslerinin esiri olur.”

Zaman, düzen, kaos konularında bu kadar takıntılı olan Frank Allen güzel bir hayat yaşamaktadır. Sevdiği kadınla evlidir, güzel bir kızı, mutlu bir hayatı vardır. Ancak, Frank Allen’in hayatı, bir sabah, normalde evden çıkması gereken zaman diliminden 10 dakika geç çıkmasıyla değişir. Aslında önemsiz görünen bir zaman dilimidir ama dakikliği ve zaman konusundaki takıntısı nedeniyle bu, Frank Allen için büyük bir sorundur. Önce vapuru kaçırır, ardından konferansa geç gider ve tam anlamıyla verimli bir konferans olmaz. Konferansın ardından ise kendisini güzel ve seksi bir kızla baş başa bulur. Ancak, Frank Allen kıza pek yanaşmaz, yüz vermez, çünkü karısını sevmektedir. Kızın aşırı hareketlerinden bunalarak kaçarcasına evinin yolunu tutar ve yolda hamile bir kadına çarpar. Hastanede meydana gelen bir karışıkla bebeğin babası sanılır ve doğal olarak meydana gelen aksilikler ve bu son olayla birlikte karısıyla arası açılır... Buraya kadar olanlara baktığımızda, olanlar aslında filmin ilk yarısını oluşturur ve filmde komedi yönü ağır basan bir kısımdır. Meydana gelen aksaklıklar ve Frank’ın karısından af dilemesini hafiften tebessümle izliyoruz.


Filmin ilk yarısının bitişi ve ikinci yarısının başlayışı Frank’ın DNA testi yaptırması ile oluyor. DNA testi yaptırıyor Frank çünkü bebeğin kendisinden olmadığını ispatlamak istiyor. Doğum yapan kadının gerçeği ifade etmesi de bunu pekiştiriyor... Ancak Frank’ı hastanede kötü bir sürpriz beklemektedir. Frank Allen, yaptırdığı test sonucu, “Klinefelters Sendromu”nun yani normal insanlara göre fazladan bir X kromozomuna sahip olduğunu öğrenir. Bunun anlamı şudur: Kendisi doğuştan kısırdır ve çocuk sahibi imkânsızdır! Bu andan itibaren ise filmin dram yönü başlamaktadır. 

Filmin Analizi

Filmin amacına baktığımızda, filmin babalık kavramını tartışmaya açtığını görüyoruz. Kemal Sunal’ın Garip (1986) filmindeki gibi bir yaklaşım söz konusu, aynı şeyi tartışıyor ama farklı yönden yaklaşıyor: “Bir çocuğun gerçek babası, onu peydahlayan yani biyolojik babası mıdır yoksa biyolojik olmadığı yani gerçek babası olmadığı hâlde ona kendi öz çocuğu gibi bakan mıdır?” Ancak filmin Garip filminden farkı, Garip filminin tersine bu filmde babanın, kızın öz babası olduğunu bilmemesi ve o olaylardan sonra öğrenmesi ve çocuğuna babalık yapmak istemesidir.


Üstte belirtildiği gibi film aslında iki bölümden oluşuyor diyebiliriz. Filmin ilk yarısı hafif komedi yöntemleri, espri barındırıyor. Aslına bakılırsa filmin ilk yarısı kendi türünü ve yönünü arıyor, bulmaya çalışıyor. Ancak filmin ikinci yarısında, Frank Allen’in kısır olduğunu öğrenmesinden itibaren film bir anda direksiyonunu kırıyor ve dram yönüne keskin bir geçiş yapıyor... Filmin özellikle ikinci yarısında, romantik komedi filmlerinin oyuncusu Ryan Reynolds’un dramda da başarılı olduğunu ve olabileceğini görüyoruz. Burada iyi bir oyunculuk sergiliyor Reynolds. Kısır olduğunu ve o ana kadar (7 yıldır) öz kızı bildiği kızının aslında kendisinden olmadığını öğrenen kişinin duygusal travmasını çok iyi yansıtmış... Ryan Reynolds'un yanı sıra Susan rolündeki Emily Mortimer ve Buddy rolündeki Stuart Townsend'in performansları da izlenmeye değer.

Filmin eksiğine gelince, filmde hamile kadının çocuğunun kendinden olmadığını öğrenmek için Frank DNA testi yaptırıyor. Bu sayede çocuğun ondan olmadığı ispatlanıyor, hatta onun doğuştan kısır olduğunu öğreniyoruz. Ancak, anne Susan, kızı Jesse’nin doğum gününden yola çıkıp geri giderek, çocuğun babasının Buddy olduğunu söylüyor. Buddy ise Susan’ın Frank’tan önce ilişki yaşadığı kişidir ve aynı zamanda Frank’ın yakın arkadaşıdır. Ancak burada durum tahmine dayanmaktadır. “Çocuk nasıl olsa Frank’tan değil, tahmin edilse ne fark eder?” denilebilir ama öyle değil. İlk durumda DNA testi ile babalık iddiasının aksi ispat edilirken, ikinci ve esas durumda sadece tahmin yöntemi kullanılıyor. Tabii burada ise son ana kadar aksi bir durum gerçekleşir mi düşüncesi oluyor. Seyircide çocuğun babası konusunda tam bir tatmin yaşanmıyor, hâlbuki orada da bir DNA testi yaptırılsa soru işaretlerinin ortadan kalkmasıyla tatmin olma sağlanacaktır.


Küçük bir olayın, gecikmenin, ihmalin yani düzensizliğin 4 insanın yani Frank Allen, Buddy, anne Susan ve kız Jesse Allen’in hayatlarını değiştirdiğini görüyoruz Kaos Teorisi ile... Kaos Teorisi filmi, imdb'den aldığı 6.9'luk puanla orta hâlli bir film olarak karşımıza çıkıyor...

Chaos Theory (Kaos Teorisi, 2007), 87 dakika gibi bir film için kısa sayılabilecek bir süresiyle, filmin başında fazla vakit geçirmek istemeyen ve fazla iddialı film izleyerek filmi anlamak için kasmak istemeyenler için iyi bir seçim olarak öne çıkıyor.


7 Temmuz 2011 Perşembe

4 luni, 3 saptamâni si 2 zile (4 Months, 3 Weeks and 2 Days - 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün, 2007)

Son yıllarda, özellikle dünya sinemalarında adı yer almayan ve “az bilinen ülke sinemaları” adıyla yer edinen ülkelerin ve sinemalarının yükselişine tanık oluyoruz. Bunda kuşkusuz, dünya sinemasının mabedi ve başkenti sayılan Amerikan Sineması’nın, nam-ı diğer Hollywood’un kısır döngü içine girmesi ve üretkenliğinin sona ererek artık konudan çok görselliğe önem vermesi ve bununla birlikte diğer ülke sinemalarının da gelişmesi ve başarılı yapıtlar ortaya koyması etken. Artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; dünya sineması artık tek kutuplu değil yani artık dünya sineması Hollywood’a eşit değil ve endeksli değil. Artık Hollywood’un karşısında, başını Brezilya, Meksika, Arjantin gibi ülkelerin çektiği Latin Amerika sineması; başını Japonya, Çin, Güney Kore’nin çektiği Uzakdoğu sineması; Hindistan Sineması ya da nam-ı diğer Bollywood ve başını İngiltere, Almanya, İspanya, Fransa Sinemalarının çektiği ve ülkemiz sinemasının da önemli yer tuttuğu Avrupa Sineması yer almakta. Sinemanın çeşitliliğini ve çok kutupluluğunu belirtmekte sakınca yok, ama şunu eklemekte de fayda var: Bütün bu gelişmelere karşın henüz – ve bence maalesef – Amerikan Sineması (Hollywood) ile rekabet düzeyine erişebilmiş bir sinema yok. Bir nebze Uzakdoğu sineması bunu becermeye çalışıyor, hepsi bu.

Kıtalar ve bölgeler bazında sinemaların gelişimine değindikten sonra, özellikle ülke bazında da bazı ülkelerin sinemalarının gelişiminden de söz etmek mümkün. Bu hususta son yıllarda atak yapan İran Sineması, Romanya Sineması gibi sinemalardan söz edebiliriz. Bu ülkelerin sinemaları, son yıllarda güzel filmler çıkartmakta, festivallerden başarıyla dönmekte ve eleştirmenlerden iyi puanlar ve olumlu eleştiriler almakta... Bu yazının konusu olan filmin ülkesi olan Romanya’ya baktığımızda, belirtildiği gibi son yıllarda iyi filmler çıkıyor. Kendisini gün geçtikçe geliştiren Romanya Sinemasını incelediğimizde, ait olduğu sinema kıtası olan Avrupa Sineması’nın izlerini görebilmekle beraber kendine has özellikleri de görmek mümkün... Son yıllarda büyük gelişme gösteren Romanya Sineması ile ilgili olarak sinema eleştirmeni Serdar Kökçeoğlu, Beyazperde’deki yazısında şöyle bahsediyor: “İran sineması, Güney Kore sineması gibi farklı dönemlerde festivallerin gözdesi olan sinemaların arasına son yıllarda, peş peşe başyapıt üreten Romanya sineması da katıldı. Bay Lazarescu’nun Ölümü ve Bükreş’in Doğusu gibi festival jürilerinin ve eleştirmenlerin övgülerini toplayan, kolayca yılın en iyileri arasına giren filmlerin şimdilik sonuncusu 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün. Bazı yıllar Romanya’da sadece dört film üretildiği düşünülürse, bu az sayıdaki film bile bir Rumen Yeni Dalgası’ndan söz etmeyi olanaklı kılıyor. Son yıllarda adından söz ettiren Rumen filmlerinin ortak özellikleri ise ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar çarpıcı. Komünizm döneminde de geçse, 1989 sonrasını da anlatsa; hikâyelerin aynı gün içinde geçen trajikomik bir olayı konu edinmesi son derece dikkat çekici.” Şahsî olarak, Kökçeoğlu’nun bahsettiği diğer iki filmi de henüz izlemediğim için onlarla ilgili yorum yapamam ama komünizmi yaşamış ve o dönemi anlatan, o dönemi işleyen filmlere örnek olarak Elveda Lenin (Goodbye Lenin, 2002, Almanya) ve Çalıntı Gözler (Otkradnati ochi, 2004, Bulgaristan) filmlerini örnek verebilirim.


Filmin Konusu

Bu yazının konusu olan 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’e geldiğimizde ise film, 1987 yılında Çavuşesku rejiminin yani henüz komünizmin hüküm sürdüğü Romanya’da geçiyor. Film, kürtajın yasak olduğu dönemde, kürtaj olmak ve bebeğini aldırmak isteyen bir genç kız ile arkadaşının hikâyesini anlatıyor. “Komünizmin son dönemlerinin hüküm sürdüğü Romanya’dayız. Bükreş'te öğrenci olan Otilia ve Gabita, aynı zamanda da öğrenci yurdunda oda arkadaşıdırlar. Gabita’nın hamile olduğunu öğrenmesi ile büyük bir sorunla karşı karşıya kalacaklarıdır. Çünkü Romanya’da kürtaj yasaktır. Fakat her yasağın kendisine bir de ’yasak delici’ alternatif bir sistem yarattığı düşünülürse buna da bir çözüm vardır. Kürtaj yasal olmayan yollardan yapılacaktır.” (Beyazperde)


Filme ve konusuna baktığımızda, aslında hamile olan kişinin Gabita olmasına ve ana tema onun üzerine kurulu olmasına rağmen, film onun arkadaşı olan Otilia üzerinden işleniyor, filmin başrolünde Otilia yer alıyor. Yine film, kürtaj olgusu üzerine kurulu olmasına rağmen ve komünizm dönemini işlemesine rağmen, film aslında bir kürtaj filmi veya siyasi film olmaktan öte bir arkdaşalık, bir fedakârlık filmi...

Otilia, yurttan oda arkadaşı olan Gabita’nın bebeğini aldırması için inanılmaz bir fedakârlık gösteriyor. Önce oteli ayarlıyor, ki daha önceden ayarladıkları otelde sorun çıkınca yeni bir otel ayarlamak zorunda kalıyor ve hem öncekinde hem de sonrakinde “otel dolu” tepkisiyle karşılaşıyor. İlkinde telefonla yer ayırttığını anlatmaya çalışıyor ama olmuyor bir türlü, ikincisinde de daha fazla ücret ödemek pahasına zar zor bir oda bulabiliyor. Resepsiyondaki kadının sorusu üzerine de “sınav zamanı olduğunu ve yurtta rahat çalışamadıkları için otel odası tuttukları” yalanını söylüyor, çünkü o dönemde kürtaj yasak, “kürtaj için tutuyoruz” gibi bir şey söylese hoop hapse... Ardından doktoru bulma meselesi ortaya çıkıyor. Aslında doktor bulunmuştur ama aracılar vasıtasıyla yani el altından bulunmuştur ve onunla buluşulacaktır. Ardından otel odasında doktorun her iki kızı aşağılamalarına tanık oluyoruz. “Neden belirtilen otel değil de bu otel tutuldu”, “kimliğim resepsiyonda, bir şey olursa benim de başım belaya girer” gibi yakınma ve aşağılamalardan tutun da kızların parasızlığına ve çaresizliğine de aşağılamalar söz konusu. Kızlar parasızdır, ellerindeki parayı ise çevreden borç almışlardır, buna rağmen doktor daha fazla para ister. Aşağılamalardan sonra ise doktor, bebeği almak yani kürtaj için değil, bebeğin düşmesine yardımcı olmak için orada olduğunu ve işinin bu olduğunu belirtir. Ardından ise “bir seferde oldu oldu, yoksa ikinci seferde bunu yapmayacağını” belirtir. Ardından Otilia, arkadaşı Gabita’yı otel odasında bırakarak, gitmek zorunda olduğu sevgilisinin annesinin doğum gününe gider. Serdar Kökçeoğlu bu sahne için “Otilia’nın kürtaj yaptıran arkadaşını otel odasında bıraktıktan sonra sevgilisinin evindeki doğum gününe gittiği sahnenin sinema tarihine geçeceğine ise hiç şüphe yok.” yorumunu yapıyor. Tabii bunun için bekleyip görmek gerek... Otilia, sevgilisinin evine gittiğinde de hoş bir gece geçirmez. Bunun ilk sebebi aklının otelde, Gabita’da olmasıdır, zira Gabita’yı otel odasında, o hâlde çaresiz bir şekilde yalnız bırakmıştır. Üstelik kürtaj anlaşılırsa hapse varan ceza da söz konusu. İkinci sebep ise sevgilisinin ve ailesinin tutumudur. Sevgilisi ile uyumlu ve uygun olmadıklarını fark etmiştir, üstelik ailesinin de önyargıları mevcuttur. Geri otele döndüğünde ise Gabita’nın bebeğinin düştüğünü, yani Gabita’nın hamilelikten kurtulduğunu görür. Belki de filmin en etkili sahnesi burasıdır çünkü yönetmen bir süre kamerasını sadece cenine sabitliyor. Kızlar cenini nasıl imha edeceklerini düşünürken ve onu almak için poşet, çanta, vs. ararken, yönetmen bize sadece cenini gösteriyor... Bu sahnenin ardından ise fedakâr arkadaş Otilia’nın cenini atmak, yok etmek için karanlık sokaklardaki çabasını izliyoruz. Bu kısımda Otilia’yı canlandıran oyuncunun, film içindeki oyunculuğunun zirveye çıktığını görüyoruz. Oyuncu, bir taraftan cenini atma, ondan kurtulmaya çalışırken, diğer taraftan da yakalanma korkusunu ve işini kimseye çaktırmadan gizlice halletmeye çalışmasını çok iyi yansıtmış.



Filmin Ayrıntıları

Filmin yönetmeni Christian Mungiu iyi iş çıkartmış. Filmde, bebeğini aldırmak isteyen kızın ve arkadaşının durumunu, Otilia’nın kürtaj için oteli ayarlarken ve doktoru ararkenki durumunu, kızların otel odasındaki durumunu ve özellikle Otilia’nın cenini atmaya çalışırkenki durumunu çok iyi yansıtmış. Özellikle o ceninden kurtulma sahnesinde Otilia karakterinin hem kurtulmak isteyen hem de fark edilmek ve yakalanmak istenmeyen hâlini oyuncu Anamaria Marinca çok iyi yansıtmış. O sahnede film içindeki oyunculuğunun zirvesine çıkıyor Marica.


Filme baktığımızda, aslında film tek bir günde geçiyor. Sabah yurtta başlayan film gece otelde noktalanıyor. Hayatın içinden bir film olarak karşımıza çıkan 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’de yönetmen Christian Mungiu, son yıllarda ülkemizde de yaygın olan sabit kamera ve durağan film tekniğini kullanmış. Bu açıdan, ülkemiz sinemasından örnekle bir Semih Kaplanoğlu, bir Zeki Demirkubuz ya da bir Nuri Bilge Ceylan havası seziyoruz. Film alabildiğine durağan ve kamera alabildiğine sabit, ancak film insanı sıkmıyor, filmin içine dâhil olabiliyorsunuz, ki bu yönetmen açısından büyük bir başarı. Yönetmen filmin finaline doğru olan o karanlık gecede, ceninden kurtulma sahnesinde ise hareketli kamera sistemini kullanıyor.


Filme baktığımızda, komünizmi yaşamış ülkelerin sinemalarının, komünizm dönemlerini işlerken sıklıkla yer verdiği şekilde kasvetli bir havada ve tonda geçiyor. Filmi izlerken, insanı sıkacak olan bir şey varsa da o da filmin bu kasvetli havası olacaktır kuşkusuz... Film, minimalist bir yapıda işliyor, yani oyuncu sayısı, mekân sayısı, olay sayısı, kamera hareketi, vs. olabildiğince asgariye indirilmiş vaziyette. Mekân olarak baktığımızda, film temel olarak yurt, otel, sevgilinin evi ve dışarısı olmak üzere 4 mekânda geçiyor. Oyuncu açısından baktığımızda ise iki farklı yaklaşım sergileyebiliriz: İlk yaklaşımda, filmde temel oyuncunun Otilia karakterini canlandıran Anamaria Marinca olduğunu, filmin onun üzerine kurulduğunu ve filmde aslında bir tek oyuncu olarak onun yer aldığını söyleyebiliriz. En dar bakış açısıyla bakacak olursak, haksız sayılmayacak bir yaklaşım olarak karşımıza çıkacaktır. En geniş açıdan bakarsak, bu sefer karşımıza Otilia, Gabita, doktor, Otilia’nın sevgilisi gibi figürasyonlar dışındaki temel oyuncular karşımıza çıkacak ve filmde hepi topu 5-6 kişi var diyebiliriz.

Film, 2007 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nün sahibi olmuş ve festivalde gösterildiğinden beri büyük bir ilgi ve övgü ile karşılanmış. Hatta film, 2008 yılında 80. Akademi Ödüllerinde "En iyi yabancı film Oscarı" için Romanya tarafından akademiye gönderilmiş. Film, gösterildiği yıl pek çok sinema sitesi, dergisi ve otoritesi tarafından yılın en iyi filmleri arasında ve hatta European Film Awards (Avrupa Film Ödülleri) Avrupa’nın en iyi filmi seçilmiş. IMDB sitesinde aldığı 7.9'luk puan da filmin gördüğü ilgiyi kanıtlar nitelikte. Film, Romen Yeni Dalgası’nın önemli bir örneği ve Romen Sinemasının rönesansı olarak nitelendiriliyor... Yönetmen Christian Mungiu, European Film Awards'ta (Avrupa Film Ödülleri) en iyi yönetmen, oyuncu Anamaria Marinca ise Palm Springs International Film Festival'da (Palm Springs Uluslararası Film Festivali) FIPRESCI (Uluslararası Sinema Eleştirmenleri) ödülü almış ve Stockholm Film Festivali'nde ise en iyi kadın oyuncu seçilmiş. Bence her ikisi de daha fazla ödül almalıydı, zira daha önce de belirttiğim gibi yönetmen Christian Mungiu iyi bir yönetim sergilemiş ve filmin başrolü Anamaria Marinca da iyi bir oyunculuk sergilemiş. Sadece Marinca değil, oyunculuklar genel olarak iyi, doğal ve başarılı. Tabii filmin senaristini ve senaryosunu da unutmamak lazım. Filmin senaryosu gayet başarılı, akıcı, dili inandırıcı ve gerçekçi. Beyazperde’de filmin sayfasına gelen şu yorum sanırım bu konuda yazılacakları özetliyor: “Bu filme sıkıcı çok kötü diye yorum yapanlara sesleniyorum. Bu filmde anlatılan olayı aynen olmasa da yaşayan biriyim. Film, beni hafızamdan silip atmak istediğim o günlere götürdü. Bana o günleri tekrar yaşattı. Film çok sıkıcıymış ya sizlerin yorumlarına göre, o anları yaşamanın ne denli kötü, sıkıcı ve berbat bir durum olduğunu da bu şekilde anlayın işte.”


Filmin kötü tarafı yok mu? Kuşkusuz var elbette. Filmin finali biraz daha iyi ve etkili işlenebilirdi. Filmin finaline baktığımızda, Otilia ve Gabita’yı otelin restoranında yemek yerken buluyoruz. Hâlbuki daha birkaç dakika öncesinde Otilia ceninden kurtulmaya çalışıyordu, Gabita ise karnındakini aldırma ve hamilelikten kurtulma derdindeydi... Finalde en dikkat çekici konuşma, Gabita’nın cenin için “Onu gömdün mü?” sorusuna karşılık Otilia’nın “Ne yapalım biliyor musun? Bunun hakkında konuşmayalım, tamam mı?” demesiydi. Finale baktığımızda filmin geneline göre biraz sönük durduğunu görüyoruz. Final sahnesi daha etkili olabilirdi ya da daha iyi ve farklı bir final çekilebilirdi... Filmin diğer bir kötü noktası da filmde acayip derecede sigara içilmesi. Özellikle hamile olan Gabita karakteri aşırı derecede sigara içiyor, hem de hamile olmasına rağmen. Kürtaj öncesinde, düşük yapılması için sonda takıldığında ve düşükten sonra, kısaca yer aldığı birçok sahnede Gabita karakterini hep sigara içerken görüyoruz. Filmin diğer bir eksi ya da kötü noktası da bu.


Filmin finali hariç tutulduğunda, yani son 3-4 dakikası hariç tutulduğunda harika ve etkili bir film 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün. Aslında finali de fena değil ama filmin geneline göre biraz sönük... Filmi izlemenizi tavsiye ediyorum. Özellikle sanat filmi, festival filmi gibi türlerin izleyicilerinin kaçırmaması gereken bir film... Film, Romanya Sineması’nın başyapıtlarından biri ve ülke sineması açısından gelecek için umut veriyor, beklentileri yükseltiyor. Artık, Romanya Sineması’ndan yeni başyapıtlar bekleniyor...


ShareThis

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...